1. Davete İcabet
Konusundaki Hadisler
2. Evlenirken Yemek
Ziyafeti Vermek İyidir
3. Düğün Yemeğinin
Kaç Gün Verilmesi İyidir?
4. Bir Yolculuktan
Gelince Yemek Vermenin Hükmü
5. Misafirlik
Konusunda Gelen Hadisler
6. Misafirin
(İzinsiz Olarak) Başka Birinin Malını Yemesi Neshedilmiştir
7. Üstünlüklerini
Ortaya Koyabilmek İçin Birbiriyle Yarışan Kimselerin Yemeğini Yemenin Hükmü
8. Beraberinde Dinen
Çirkin Sayılan Fiillerin Bulunduğu Bir Davete İcabet Etmenin Hükmü
9. Bir Kimseyi İki
Kişi Birden Davet Edince Hangisi İcabete Daha Müstahaktır?
10. Namaz (Vakti)
Gelip Sofra Hazır Olunca Nasıl Hareket Edilir?
11. Yemekten Önce
Elleri Yıkamanın Hükmü
Yemekten Önce El Yıkamanın Hükmü
12. Beklenmedik Bir
Anda Üzerine Varılıveren Bir Yemeği Yemenin Hükmü
13. Yemeği
Kötülemenin Çirkinliği
15. Yemeğe Başlarken
Besmele Çekmek
16. (Bir Yere)
Dayanarak Yemek Yeme Konusundaki Hadisler
17. Yemeği Tabağın
Ortasından Yemekle İlgili Hadisler
18. Üzerinde Yenmesi
Haram Olan Bir Takım Yiyecek Veya İçecek Bulunan Bir Sofraya Oturmak
20. Et Yeme
Hakkındaki (Hadisler)
23. Bazı
Yiyeceklerin Temiz Olup Olmadığı) Hususunda Şüpheye Düşmenin Doğru Olmadığı
24. Pislik Yiyen
Hayvanların Etlerini Yemek Ve Sütlerini İçmek Yasaklanmıştır
29. Yerde Yaşayan
Küçük Hayvanları Yemek
30. (Kitap Ve Sünnette)
Haram Olduğuna Dair Bir Açıklama Bulunmayan Şeylerin Hükmü
32. Yırtıcı
Hayvanlar(ın Etlerini Yemek) Yasaklanmıştır
33. Ehli Eşeklerin
Etini Yemek
35. (Suda Kendi
Kendine Zahiren Sebepsiz Olarak Ö1üp) Suyun Yüzüne Çıkan Balıkları Yemenin
Hükmü
36. Leş Yemek
Zorunda Kalan Kimse
37. Bir Sofraya İki
Çeşit Yemeği Birden Koymanın Hükmü)
39. Sirke Hakkında
Gelen Hadisler
43. (Toplu Halde)
Yemek Yerken İki Hurmayı Birden Yemek
44. Bir Sofrada İki
Sebze Ve Meyveyi Birlikte Bulundurmak
45. Ehli Kitabın
Kaplarında Yemek Yemek
46. Deniz
Hayvanlarının Etlerini) Yemek
47. İçine Fare Düşen
Yağı Yemenin Hükmü
48. İçine Kara Sinek
Düşen Bir Yemeği Yemek
49. Yere Düşen
Lokma(Yı Yemek)
50. Hizmetçinin
Efendi(si) İle Birlikte Yemek Yemesi
51. (Yemekten Sonra
Eli) Mendil(le Silmek)
52. Kişi Yemeğini
Yiyince Nasıl Dua Eder?
53. Yemekten (Sonra)
El Yıkama
54. Yemekten Sonra
Yemek Sahibine Dua Etmek
3736...
Abdullah b. Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a):
"Biriniz bir
davete çağrıldığı zaman, hemen ona gitsin" buyurmuştur.[1]
3737... İbn
Ömer (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
Rasûlullah (s.a), (bir
önceki hadisin) manasını (ifade eden bir cümle) söyledi. (Hz. Peygamber bu
cümleye):
"Eğer oruçlu değilse
(orada ikram edilen) yemeği yesin. Oruçlu ise (yemek veren kimsenin ev halkı
için) dua etsin." (sözlerini de) ilâve etti.[2]
3738... İbn
Ömer (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Biriniz (din)
kardeşini (bir ziyafete) çağırdığı zaman (çağrılan kişi bu davete) hemen icabet
etsin. (Çağırılan şey ister) düğün (yemeği) olsun, ya da benzeri bir şey olsun
(farketmez)."[3]
3739... İbn
Ömer'den (yine Eyyub) vasıtasıyla (bir önceki hadisin) bir de manası (rivayet
olunmuştur).[4]
3740...
Câbir (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"(Bir ziyafete)
çağrılan kimse hemen icabet eylesin. Artık dilerse yer, dilerse yemez."[5]
3741...
Nâfi'den rivayet olunduğuna göre; Abdullah b. Ömer, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle
buyurduğunu söylemiştir:
"Bir (ziyafete)
çağrılıp da icabet etmeyen kimse Allah'a ve Rasûlüne isyan etmiştir.
Çağrılmaksızın (bir ziyafet yerine) giren kimse de hırsız olarak girmiş ve
çapulcu olarak çıkmıştır."
Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu
hadisin raviierinden) Ebân b. Tank'(in kimliği) belirsizdir.[6]
3742...
el-A'rac'dan rivayet olunduğuna göre; Ebû Hureyre (r.a) şöyle dermiş:
Yemeğin en kötüsü
(kendisine) zenginlerin çağrılıp da, fakirlerin çağrılmadığı davet yemeğidir.
Davete gelmeyen kimse muhakkak ki Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmiştir.[7]
Velîme: Nikâh, sünnet
gibi mutlu bir olaydan dolayı verilen ziyafettir.Fakat bu kelime daha ziyade
duğun yemeği anlamında kullanılmakta meşhur olmuştur.
Ayrıca davet kelimesi
de "ziyafet vermek" anlamında kullanılır.
Mevzumuzu teşkil eden
bu babdaki hadislerde ifade buyurulan meseleleri şu şekilde sıralayabiliriz:
1- Bir
müslüman bir ziyafete çağırıldığı zaman hemen davete icabet ederek o ziyafete
gitmeli, oruçlu değilse verilen yemekten yemeli, oruçlu ise yemekten yemeyip
yemek veren kişinin hane halkına dua etmekle yetinmelidir.
2- Çağrılan
ziyafete icabet etme hususunda verilen yemeğin düğün yemeği olmasıyla akîka
yemeği, ya da benzeri bir yemek olması arasında bir
fark yoktur.
3- Davete
uymayan kimse Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmiş olur.
4- Davetsiz
olarak bir ziyafete giden kimse çağrılanların arasına gizlenerek gelmesi
cihetiyle hırsızlara benzediği gibi, karnını doyurduktan sonra gizlenme
ihtiyacı duymaksızın çıkıp gitmesi cihetiyle de başkalarının malını gözler
önünde zorbalıkla gasb ve talan eden çapulculara benzetilmiştir.
5-
Ziyafetlerde verilen yemeklerin en kötüsü sadece zenginlerin çağırılıp da
fakirlerin çağrılmadığı yemektir. Davete icabet esas itibariyle bütün davetlere
şümûlu olan dinî bir vecibe ve içtimaî bir vazifedir.[8]
Davet edilen
ziyafetlere gitmenin hükmü konusunda merhum Ahmed Davudoğlu şöyle demektedir:
"Davete icabet
Sâri'"hazretlerinin emridir. Ancak bu emrin vücub mu yoksa nedb mi ifade
ettiği ulema arasında ihtilaflıdır. Nevevî'nin beyanına göre Şâfiîler'den bu
hususta üç kavi rivayet olunmuştur. Bunların esah olanına göre, davete icabet
etmek farzdır. Yalnız bazı özürler dolayısıyla bu farz sakıt olur. İkinci kavle
göre davete icabet etmek farz-ı kifâye, üçüncü kavle göre ise menduptur. Bu
hüküm düğün davetine mahsustur. Sair davetler hususunda dahi Şâfiîler'den iki
kavil rivayet olunmuştur. Birinci kavle göre, bütün davetler düğün daveti
hükmündedir. Yani hepsine icabet va-cibtir. İkinci kavle göre sair davetlere
icabet menduptur.
Kadı Iyaz, düğün
davetine icabetin bütün ulemaya göre vacib olduğunu söylemiş, sair davetler
hakkında ihtilâf edildiğini; İmam Mâlik ile cumhuru ulemaya göre onlara
icabetin vacib olmadığını bildirmiştir.
Zahirîler her nevi
davete icabetin vacib olduğuna kaildirler.
Hanefî imamları,
"Bir kimsenin velîme davetine icabet etmesi gerekir. Gitmezse günahkâr
olur. Şayet oruçlu bulunursa davete gider ve dua eder, oruçsuz olursa yemek de
yer" demişlerdir. Mamafih onlara göre düğün davetine icabet vacib değil,
sünnettir.
Nevevî'nin beyanına
göre, davete icabeti ıskat eden Özürler; yemeğin şüpheli olması, yalnız
zenginlere tahsis edilmesi, davet yerinde huzurundan eziyet duyulacak bir kimsenin
bulunması, şerrinden korkulduğu veya makamına tamaan davet edilmesi, içki,
çalgı vesaire gibi münkerâtın bulunması gibi şeylerdir. Bu takdirde davet
sahibinden özür dilemek caizdir.”[9]
Hanefî ulemasından
Bedrüddin el-Aynî, bu hususta şöyle diyor:
"Hanefî mezhebine
göre, davete İcabet sünnettir. Bu hususta verilen yemeğin düğün yemeği
olmasıyla bir başka yemek olması arasında fark yoktur. Bu görüş İmam Ahmed
(r.a) ile İmam Mâlik'den de rivayet olunmuştur. İmam Şafiî (r.a)'ye göre ise,
düğün yemeği davetine icabet etmek farz, onun dışındaki yemek davetlerine
icabet etmekse müstehabtır.[10]
Binaenaleyh, düğüne
davet edilen bir kimsenin bu davete uyması gerekir. Eğer düğüne gitmezse
günahkâr olur. Düğün sahibinin izni olmadan düğün yemeklerinden bir şey alınıp
götürülemez ve isteyene de verilemez.
Bir düğüne davet
edilen, orada oyun, eğlence olduğunu biliyorsa gitmez. Haberi olmadan gidip
orada bir oyun ile karşılaşmışsa gücü yettiğinde bu oyunlara mani olur. Gücü
yetmiyorsa ve oyun da sofraya karşı yapılıyorsa sofraya oturmaz. Davet edilen
bu kimse; kendisine uyulan, ilerde gelen bir kimse ise, oyun sofra yanında
olmasa bile o sofraya oturmaz. Böyle birisi değilse bu durumda oturmasında bir
mahzur yoktur.[11]
Yemeğe davet edilen
kimsenin oruçlu olması halinde, eğer tutmakta olduğu oruç farz ve vacib
oruçlardan biri ise orucunu bozmaz. 3737 numaralı hadis-i şerifte açıklandığı
gibi ev halkına dua etmekle yetinir.
Fakat tuttuğu oruç
nafile oruçlardansa, onu bozarak yemekten yiyebilir. Bu hususta Ö. Nasuhi
Bilmen efendi şöyle diyor:
"Ziyafet vermek
veya ziyafete davet olunmak nafile oruçları açmak hususunda bir özür
sayılabilir. Binaenaleyh bilâhare kaza edeceğinden emin olan kimse vereceği
veya çağırıldığı bir ziyafetten dolayı nafile olarak tutmuş olduğu orucunu
bozabilir. Çünkü orucuna devam ettiği takdirde bir müslüman kardeşini
gücendirmesi melhuzdur.
Bir kavle göre, nafile
oruç ziyafet için zevalden evvel açılabilirse de zevalden sonra açılamaz.
Meğer ki bu orucun açılmaması ananın veya babanın hukukuna riayetsizliği
müstelzim olsun. O zaman açılabilir."[12]
3743...
Sâbit'den rivayet olunduğuna göre; Enes b. Mâlik'in yanında Zeyneb binti
Cahş'ın (Hz. Peyamber'le) evlenmesinden söz edilince, şöyle demiştir:
Rasûlullah (s.a)'m
onun için verdiği düğün yemeği kadar hanımlarından birine düğün yemeği
verdiğini görmedim. (Onun düğününde) bir dişi koyun ziyafeti verdi.[13]
3744... Enes
b. Mâlik (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a) Safiyye için bir kavut
ve kuru hurma ziyafeti verdi.[14]
Ulema, evlenme
münasebetiyle verilen yemeğin vaktinde ihtilâf etmişlerdir. Bazıları bu
yemeğin nikâhtan önce verileceğini söylerken bazıları da nikâhtan sonra
verilebileceğini söylemişlerdir. Zifaftan önce ve zifaftan sonra
verilebileceğine dair görüşler de vardır.[15]
Nikâh öncesinden
itibaren zifaf sonrasına kadar olan geniş süre içerisinde herhangi bir zamanda
verilebileceğini söyleyenler de olmuştur. Günümüzde genellikle bu genişlikten
yararlanılarak bu yemek, nikâh ile zifaf arasında verilmektedir,
Mişkât'ta rivayet
edilen bir hadis-i şerifte, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in Hz. Safiyye'nin nikâhı
münasebetiyle hays denilen bir yemek ziyafeti verdiği ifade edilmektedir.
Mişkât'ta rivayet edilen diğer bir hadis-i şerifte de Hz. Peygamberdin bu
ziyafette kuru hurma, yağ ve yoğurt kurusundan yapılan bir yemek verdiği
rivayet edilmektedir. Aliyyü'l-Kârî'ye göre, bu iki rivayette anlatılmak
istenen yemeklerin ikisi de aynı yemektir. Aralarında bir fark yoktur. Çünkü
"hays" yemeği içinde de kuru hurma, kuru peynir ve yağ bulunur.
Tıybî de netice
itibariyle aynı şeyleri söylemiştir.
Hz. Peygamber, Hz.
Zeyneb validemizin nikâhı münasebetiyle ise bir koyun ziyafeti vermiştir. Bu
durum Hz. Peygamber'in bazı ailelerinin düğünlerinde etli bazı ailelerinin
düğünlerinde ise etsiz ziyafet verdiğini ortaya koymaktadır. Hadis-i şeriflerde
ekmekten hiç bahsedilmediğine göre etsiz ve ekmeksiz düğün ziyafeti vermek
caizdir.[16]
3745... Sakîf
(kabilesin)den (devamlı) iyilikle anılan, yani hayırlı işlerinden dolayı
devamlı övülen tek gözlü bir adamdan rivayet olunduğuna göre; (ki, ravi Hasan
Basrî bu adam hakkında şöyle diyor): "Eğer onun ismi Züheyr b. Osman
değilse, isminin ne olduğunu bilmiyorum." Peygamber (s.a):
"Birinci gün
düğün yemeği (vermek) bir görevdir. İkinci gün ise bir iyiliktir. Üçüncü gün
(vermek ise) bir siim'a ve riyadır" buyurmuştur.
Katâde dedi ki: Bir
adam bana, Saîd b. el-Müseyyeb'in birinci günü (verilen bir düğün yemeğine)
çağırüıp gittiğini, ikinci gün yine çağrılıp gittiğini, üçüncü gün de
çağrıldığını (fakat) gitmediğini ve: (Bu yemeği üçüncü günde verenler) süm 'a
ve riya sahibi kimselerdir, dediğini haber verdi.[17]
3746... Şu
(bir önceki hadisin sonunda anlatılan) olayda (yine) Katâde yoluyla Sâid b.
el-Müseyyeb'den (şu şekilde de rivayet olunmuştur: Katâde) dedi ki: (Saîd)
üçüncü gün de çağrıldı (fakat gitmedi) ve (gelen) davetçiyi taşladı.[18]
Bu hadis-i Şerifler
düğün yemeği vermenin vacib derecesinde olduğunu söyleyen Şafiî ulemasının
delilidir. Cumhur ulemaya göre ise düğün yemeği vermek sünnet-i müekkededir.[19]
Hanefi ulemasına göre de sünnet-i müekkededir.[20]
Yine bu hadis-i
şerifler, bir iyilik ve hayırseverlik olması cihetiyle ikinci gün düğün yemeği
vermenin müstehablığına, fakat üçüncü günü vermenin kerahetine delâlet
etmektedir.
Bu hususta İmam Nevevî
şöyle diyor: "Üçüncü günü yemeğe çağırılan kimsenin icabet etmesi
mekruhtur. İkinci günün davetine icabet etmek güzelse de birinci günün davetine
icabet etmek kadar güzel değildir."
Ancak, 3743-3744
numaralı hadislerin şerhinde açıklandığı gibi, bu ziyafetin nikâhtan önce mi
yoksa sonra mı verileceği konusu ihtilaflıdır.
Bezlü'l-Meclıûd
yazarının açıklamasına göre; üçüncü defa verilen düğün yemeğinin mekruh
oluşunun sebebi riya ve süm'a olduğundan, bu yemeğin riyasız ve süm'asız
olarak verilmesi halinde bir ay bile devam etmesinde bir sakınca olmaması
gerekir.
Riyâ ve süm'a
tehlikesinden korunmak için şehirlerde ve büyük köylerde her mahallede ayrı
ayrı birer gün verilmesi uygun bir yoldur. Bu şekilde verildiği takdirde insan
riyâ ve süm'a duygularından uzak kaldığı sürece istediği kadar düğün yemeği
verebilir. Nitekim Buharî'nin nikâh bölümünün 71 numaralı, Yedi gün veya daha
fazla düğün yemeği veren kimse anlamına gelen bab başlığı altında toplamış
olduğu hadisler de buna delâlet etmektedir.[21]
3747...
Câbir (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Peygamber (s.a) Medine'ye gelince
bir deve yahut da bir sığır kesti.[22]
Ravi Muhârib b. Disâr,
Hz. Câbir'in kesilen hayvan hakkındaki sözünü pek iyi hatırlayamadığından bu
hadisi "bir deve yahut da bir sığır kesti" şeklinde mütereddid bir
ifade ile rivayet etmiştir.
Bezlü'l-Mechûd yazarının
açıklamasına göre, Hz. Peygamber'in Medine'de böyle bir hayvanı kesip
müslümanlara ziyafet çekmesi Tebük seferinden dönüşünde olmuştur.
Hafız İbn Hacer,
selef-i sâlihînin, seferden dönünce bir hayvan keserek müslümanlara yedirmenin
müstehab olduğuna inandıklarını söylüyor, eş-Şâmî, bu yemeğe
"en-Nakîa" denildiğini söylemekte ise de, Hafız İbn Hacer,
bazılarının bu yemeğin isminin "et-Tuhfe" olduğunu söylediklerini ifade
etmiştir.[23]
3748... Ebû Şurayh
el-Kâ'bî'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim Allah'a
inanıyorsa misafirine ikram etsin. (Misafirin, bu ziyaretine karşılık dünyada
hakettiği) hediyesi, (ev sahibinin hediyeleri ile geçen) günü ve gecesidir.
Misafirlik üç gündür. Bundan fazlası ise (misafire) bir sadakadır. Misafirin ev
sahibinin yanında onu bıktı-rıncaya kadar oturması caiz değildir."
Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu
hadis) Haris b. Miskîn 'e okundu, ben de (orada) hazır bulundum. (Hadis ona
okunan şekliyle şöyle idi): Eş-heb dedi ki: (îmam) Mâlik'e, Peygamber (s. a)'in
"Onun hediyesi bir gün ve gecedir" sözünün manası soruldu da şöyle
cevap verdi:
(Yani) ona bir gün bir
gece ikram eder, iyilikte bulunur ve onu barındırır: (Onun) üç gün misafir olma
(hakkı) vardır.[24]
Caize: Hediye, bahşiş,
mükâfat manalarına gelir. Burada mi-safire yapılan özel ikram anlamında
kullanılmıştır. Avnü'l-Mâbûd yazarına göre metinde geçen "câizetühü"
kelimesini müb-tedâ olarak merfû okumak caiz olduğu gibi "felyükrim"
kelimesinden "bedel-i istimal" olarak mansub okumak da caizdir. Bu
ikinci tevcihe göre bu cümle, "O kimse misafire özel olarak hazırlanan
hediye (caize) mahiyetindeki yemeği ikram etsin" anlamına gelir.
Bezlü'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre, misafirin ağırlanma müd-detiyle ilgili bu hadis üç
şekilde tefsir edilmiştir:
1- Ona bir
gün bir gece özel olarak hazırladığınız yemekler sunmakla ikram ediniz. İşte
caizeden maksat budur. Eğer bu caizeyi sunamazsamz misafirinize ikram etmiş
olmazsınız.
Fakat ona her günkü
yediğiniz mutad yemekler yedirecekseniz, o zaman onu evinizde üç gün misafir
ediniz. Onu bu şekilde üç gün misafir etmekle misafire ikram etme görevini
yerine getirmiş olursunuz.
2- Onu üç
gün üç gece misafir ettikten sonra ona yolculuğunda bir gün bir gece yetecek
şekilde özel bir yemek hazırlayıp azığına koyunuz. İşte onun caizesi budur.
Bunu yapmadığınız takdirde misafirinize ikram etmiş olmazsınız.
3- Ev sahibi
olarak bir gün bir gece onunla çok yakından ilgileniniz. Ona özel hazırlanmış
yemekler sunmakla ve "sohbetinde bulunmakla onu ağırlamaya çalışınız.
İşte onun hediyesi budur.Bundan sonraki iki gün içinde ise onun için mükellef
sofralar sunmanıza lüzum yoktur. Mutad yemekler sunmakla yetinebilirsiniz.
Misafire ikram görevinizi bu şekilde yerine getirmiş olursunuz. İmam Mâlik bu
görüştedir.[25]
3749... Ebû
Hureyre (r,a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):
''Misafirlik üç
gündür. Üç günden fazla olan misafirlik ise (ev sahibi için misafire) bir
sadakadır" buyurmuştur.[26]
3750... Ebû
Kerime (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Misafirin
(birinci) gecesinde (onu ağırlamak) her müslüman (ev sahibi) üzerine (düşen)
bir görevdir. Her kim (misafir olarak bir kimsenin) evinin önünde sabahlayacak
olursa, bu kimse (ye ikram etmek) o ev sahibi üzerine bir borçtur. İsterse
(borcunu) öder, (borcundan kurtulur), isterse (borcunu ödemeyi) terkeder
(borçlu olarak kalır)."[27]
Bu hadis-i şeriflerde
bir kimsenin evine gelen bir misafire ikram etmekle mükellef olduğu ifade
edilmektedir. Ulemanın bu hadisler üzerinde yaptıkları açıklamalardan
anlaşıldığına göre, misafirler hakkındaki bu hüküm zengin, fakir, müslüman,
kâfir, salih, fâsık her misafir için geçerlidir. Bu hükmün, "Yemeğini
müttakî kimselerden başkası yemesin"[28]
mealindeki hadise aykırı olduğu söylenemez. Çünkü bu hüküm misafirler içindir.
Sözü geçen hadis-i şerîfse misafirlerin dışındaki kimselere yedirilen
yemeklerle ilgilidir.
3749 numaralı hadis-i
şerifteki, "Üç günden sonraki misafirlik ise (ev sahibi için misafire) bir
sadakadır" cümlesine bakarak Ahmed b. Hanbel; "Bir misafiri üç gün
ağırlamanın farz, üç günden sonra ağırlamanın da nafile olarak verilen bir
sadaka hükmünde olduğunu, binaenaleyh bir kimsenin misafirini üç gün
ağırlamasının üzerine farz olduğunu, bu görevi yerine getirmekten
kaçınamayacağım; üç günden sonra ise eğer ağırlarsa sevabını alacağını,
ağırlamadığı takdirde ise sorumlu olmayacağını" söylemiştir.
Nitekim bir sahâbînin,
akşamleyin evine gelen misafire evinde bulunan yemeği ikram edip, çocukların
sofraya oturmamaları için yemekten önce onları uyutması bu görüşü te'yid
etmekte ise de, ulemanın çoğunluğu, üç gün üst üste misafir ağırlamanın farz
oluşunun îslâmın ilk yıllarındaki uygulamaya mahsus olduğunu, bu hükmün
neshedildiğini söylemişlerdir.[29]
Misafirperverliğin
farz olmayıp sünnet-i müekkede olduğunu söyleyen cumhur ulemaya göre ise,
metinde geçen "üç günden fazla olan misafirlik bir sadakadır"
cümlesi, misafirperverliğin farziyyetini ifade etmek için değil, halkı bir
evde üç günden fazla misafir olmaktan nefret ettirmek için söylenmiştir.
Misafir ağırlamanın
hükmünü şu şekilde hulasa edebiliriz:
"Misafirperverlik
Peygamberin sünnetlerindendir. Yalnız sıfatında ihtilâf olunmuştur. İmam Azam
ile Mâlik, Şafiî ve cumhur ulemaya göre misafir kabul etmek farz değil
sünnettir. İmam Ahmed ile Leys; bir gün bir gece misafir kabul etmeyen kimseden
misafirin hakkı zorla alınır, bu hususta köylü ile kasabalının farkı yoktur,
demişlerdir. İmam Ahmed, misafir kabul etmenin hassaten bedevilere vacib
olduğunu belirtmiştir. Ona göre şehirde yaşayanlara bu İş farz değildir.
Mücâhid'den bir rivayete göre, bîr geceliğine misafir kabul etmek
farzdır."[30]
3751...
el-Mikdâm Ebû Kerîme (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurmuştur:
"Herhangi bir
kimse bir kavme misafir olur da (orada ikramdan ve ağırlanmaktan) mahrum
olarak sabahlarsa, (bu misafirin en azından) bir gecelik yiyecek hakkını alacak
kadar ona tahılından ve (diğer) mal(lar)ından yardım etmek (orada bulunan) her
müslüman üzerine (düşen) bir görevdir."[31]
3752...
mUkbe b. Âmir (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: (Biz Hz. Peygambere):
Ey Allah'ın Rasûlü,
sen bizi (bazen bir yere) gönderiyorsun, biz de bir kavme misafir oluyoruz.
(Fakat) onlar bizi ağırlamıyorlar. (Bu hususta) ne buyurursun? diye sorduk.
Rasûlullah (s.a) bize şöyle buyurdu:
"Eğer bir kavme
misafir olur da sizin için (yapılması gereken ikram ve ağırlama ile ilgili)
işleri(n yapılmasını hizmetçilerine) emrederlerse bunu kabul edin. (Bunu)
yapmazlarsa kendilerine yaraşan misafir hakkını onlardan alın."
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
(hadis, bîr kimsenin hakkı olan bir şeyi alabileceğine dair kuvvetli bir
delildir.[32]
Hafız Hattâbî
(r.a)'nin açıklamasına göre; bir misafirin, misafir olduğu evde ağırlanmaktan
mahrum kalarak geceyi aç susuz olarak geçirmesi halinde o beldede bulunan her
müslümanın onun bir günlük misafirlik hakkını ödemekle mükellef olduğunu ifade
eden 3751 numaralı hadis, açlıktan telef olma durumuna gelen misafirler
hakkındadır. Bu duruma düşert bir misafire yedirip içirmek, o beldede bulunan
her müslüman üzerine düşen bir görev olduğundan o misafir, orada bulunan herhangi
bir müslümanın malından hayatını kurtaracak kadar yiyebilir. Böyle bir
misafirin hayatını kurtardıktan sonra yediği yemeğin değerini ödeyip ödemeyeceği
meselesi de ihtilaflıdır. İmam Şafiî'ye göre, yediği yemeğin bedelini ödemesi
gerekir. Diğer ulemaya göre ise, yediği yemeğin parasını ödemesi gerekmez.
Hadis ulemasından bazıları da bu görüşü savunmuşlar ve Hz. Ebû Bekir'in, Hz.
Peygamber ile Mekke'den Medine'ye giderken yolda karşılaştıkları bir sürünün
içinden sahibi orada bulunmayan bir koyunun sütünü sağıp Hz. Peygamber'e
içirmesi hadisesinin buna açıkça delâlet ettiğini söylemişlerdir.
Ayrıca, Abdullah b.
Ömer'den rivayet edilen; "Kim bir bahçeye girerse oradan yesin fakat
yanında bir şey götürmesin."[33]
mealindeki hadis-i şerifi de delil getirmişlerdir. Nitekim Hasan-ı Basrî'nin
de; "Bir adam susamış halde iken sahipsiz bir deveye rastlarsa devenin
sahibine üç defa seslensin, devenin sahibi çıkıp gelirse ne âlâ, gelmezse onu
sağıp sütünü içsin" dediği rivayet edilmiştir.
Zeyd b. Eşlem de bu
mevzuda şöyle demiştir:
Hz. Peygamber'e bir
leşi ya da bir müslümanın malını yemek zorunda kalan bir adamın durumu
sorulduğunda: 'Müslümanın malını yiyebilir' buyurdu."
Abdullah b. Dînâr da,
zaruret halinde kalan bir kimsenin bir müslümanın malını yiyebileceğini
söylemiştir. Ancak Hz. Saîd; "Bu durumda kalan bir kimse bir leşi
yiyebilirse de bir müslümanın malını yiyemez" demiştir. Hattâbî'nin
sözleri burada sona erdi.
Kendisine misafirlik
görevi yerine getirilmeyen bir kimsenin hane sahibinden hak alması meselesine
gelince; bu mevzuda İmam Nevevî şöyle diyor:
"Ahmed b. Hanbel
ile el-Leys, bu hadisi zahirine hamletmişlerse de cumhuru uleme onu çeşitli
şekillerde te'vil etmişlerdir. Bu te'villeri şu şekilde özetleyebiliriz:
1- Bu hadis,
zaruret halinde bulunan misafirler hakkındadır. Çünkü onları ağırlamak
farzdır.
2- Misafirin
hakkını almasından maksat ev sahibinin malını yemesi değil, onun yaptığı bu
mürüvvetsizliği başkalarına anlatma hakkını elde etmesidir. Fakat bu görüş çok
hatalıdır.
3- Bu hadis
sonradan neshedilmiştir. Bu görüş de zayıftır. Çünkü bunu ortaya atan kimsenin
kimliği meçhuldür.
4- Bu
hadisin hükmü müslüman misafirleri ağırlamaktan kaçınan zimmîler için
geçerlidir. Çünkü onlar müslümanların zimmetinde barınabilmek için müslüman
misafirleri ağırlamayı taahhüd etmişlerdir. Bu görüş de zayıftır. Zira
zimmîlerle yapılan bu anlaşma Hz. Peygamber devrinde yoktur. Bu anlaşma Hz.
Ömer devrinde olmuştur.
Bezlü'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre, ağırlanmayan bir misafirin hakkını almasından
maksat, kendisini ağırlamayan kavimden yiyecek ve içeceğin bedelini ödeyerek
almasıdır." Nevevî'nin sözleri burada sona erdi.[34]
Daha önceki
açıklamalarımızdan da anlaşılacağı gibi, cumhur ulemanın bu hadisi bu şekilde
te'vil etmekten maksadı misafire ikram etmenin farz olduğu iddiasını çürütmek
ve sünnet-i müekkede olduğunu İsbata zemin hazırlamaktır.
Hanefî ulemasından
Tahavî ise bu hadisin neshedildiğini söylemiş ve bu iddiasına Hz. Mikdâd'ın şu
hadisini delil göstermiştir:
"Ben ve arkadaşım
(bir yerden) geldik. Açlıktan nerede ise gözlerimiz, kulaklarımız gidiyordu.
Hemen halka maruzatta bulunmağa başladık. Fakat bizi kimse kabul etmedi.
Nihayet Peygamber (s.a)'e geldik. Bizi evine götürdü. Bir de baktık üç tane
keçi!.. Peygamber (s.a):
Bu sütü aranızda
paylaştırın, buyurdu."[35]
3753... İbn
Abbas (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:
Şu "Ey iman
edenler, mallarınızı aranızda bâtılla (doğru olmayan yollarla haksız yere)
yemeyin. Kendi rızanızla yaptığınız ticaret olursa başka..."[36]
âyet-i kerimesi indikten sonra halka, bir kimsenin evinde yemek yemek zor
gelmeye başlamıştı. Derken bu âyeti Nûr süresindeki (61 numaralı) âyet
neshetti. (Bu âyette yüce Allah kullarına şöyle) buyurdu: "...Size de
kendi evlerinizden başka evlerde yemenizde bir güçlük yoktur.."[37]
(Yüce Allah'ın bu meseleyle ilgili buyruğu); "toplu olarak ve) ayrı
ayrı... (yemenizde de üzerinize bir günah yoktur)" sözüne kadar
(sürmektedir). (Bu âyet inmeden önce) zengin bir adam yakınlarından birini
yemeğe çağırıldığında (çağırılan kimse), "Ben ondan yemeyi günah
görüyorum" derdi; -et-Tecennuh, bir şeyin günah olduğuna inanmak anlamına
gelir- ve "fakir bu davete benden daha müstehaktır" diye konuşurdu.
Bu âyet(in inmesi) ile (müslümanların, bu âyette zikredilen kimselerin birine
ait olan ve) üzerine Besmele çekilen yemekleri yemeleri ve bir de kitap ehlinin
yemekleri helâl kılınmış oldu.[38]
İbn Abbas (r.a)'dan
şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Ey iman edenler, mallarınızı aranızda
batıl sebeblerlc yemeyin." âyet-i kerimesi nazil olunca müslümanlar
başkalarının ikram ettiği yemekleri yemekte tereddüde düştüler. Bu endişeyle
başkalarının evinde yemek yemekten kaçınmaya başladılar. Bunun üzerine Nûr
sûresinin 61. âyeti nazil oldu.
Bezlü'l-Mechûd
yazarının dediği gibi, misafire ikram etme konusu şu safhalardan geçmiştir:
İsiamiri ilk yıllarında misafire yemek yedirmek ev sahibi üzerine farz idi.
Sonra misafirin ev sahibinin malından yemesi Nisa sûresinin 29. âyetiyle
yasaklandı. Daha sonra Nûr suresinin 61. âyetiyle bu yasak da kaldırıldı.
Nitekim bir önceki babdaki hadisler, İslâmın ilk yıllarında misafire yemek
yedirmenin farz olduğuna, Nisa sûresinin 29. âyeti daha sonra bir kimsenin
başka birinin yemeğini parasını ödemeden yemesinin yasaklandığına, mevzumuzu.
teşkil eden bab hadisleri ise zamanla bu yasağın da kaldırıldığına delâlet
etmektedir. Nûr sûresinin 61. âyetinin tamamının meali şöyledir:
"Âmâya göre bir
harac(dariık ve günah) yok, topala göre bir haraç yok, hastaya göre bir haraç
yok. Size göre de (gerek) kendi evlerinizden, gerek babalarınızın evlerinden,
gerek annelerinizin evlerinden, gerek biraderlerinizin evlerinden, gerek kız
kardeşlerinizin evlerinden, gerek amcalarınızın evlerinden, gerek halalarınızın
evlerinden, gerek dayılarınızın evlerinden, gerek teyzelerinizin evlerinden,
gerek (başkasına ait olup da) anahtarlarına malik (ve hazinedarı) bulunduğunuz
(evler)den, yahutta sadık dostlarınızın (evlerinden) yemenizde de (bir haraç
yoktur). Hep bir arada toplu olarak da, dağınık dağınık da yemenizde dahi
haraç yok. (Şu kadar ki) evlere girdiniz vakit Allah tarafından mübarek ve pek
güzel bir sağlık (dilemiş) olmak üzere kendinize selam verin. İşte Allah
âyetleri size böylece beyan eder. Ta ki anlayasınız."
Ayetin tefsirindeki
inceliklerden bazıları şunlardır:
1- İnsanın
evladının evi ve malı kendi evi ve malı gibi olduğundan bu âyet-i kerimede
evladın malının ve evinin zikredilmesine lüzum .görülmemiştir.
2- Âyette
insanın bir dostunun malından izinsiz olarak yiyebileceğinden bahsedilmiştir.
Çünkü insana sadık dostu akrabasından bile daha yakındır.
İbn Abbas (r.a) bu
hususta şöyle diyor: "Cehennem ehli ateşe atıldıkları zaman, "Artık
bizim için ne şefaatçilerden bir kimse, ne de candan bir dost yok..."[39]
diyerek dostlarının yokluğundan yakınacakları halde anne, baba ve diğer
dostlarının yokluğundan yakınmayacaklardır."
3- Âyet-i
kerimede geçen "kendi evleriniz" tabirinden maksat, Ebû Bekir
el-Cessâs'a göre, kişinin ailesi, çocukları ve hizmetçileri gibi evinde duran
kimselerin evleridir.
Bu hadis-i şerif, bir
insanın üzerine Besmele çekilmiş olmak şartıyla başkasının malından yemesinin
caiz olduğunu ifade etmesi ve dolayısıyla bir insanın birisine misafir
olmasının caizliğine delâlet etmesi cihetiyle bir önceki babın tamamlayıcısı durumundadır.
Aynı zamanda bu hadis,
misafirperverliğin farz olmayıp sünnet-i meükkede olduğunu söyleyen cumhurun
görüşünü de te'ykl etmektedir. Çünkü hadiste geçen âyet-i kerime de bir
kimsenin başka birisinin yemeğini yemesinde bir günah olmadığını ifade
etmektedir. Oysa günah olmamak başka, farz olmak yine başkadır. Bir şeyin
günah olması vacib olmasını gerektirmez. Binaenaleyh eğer bir kimsenin misafir
olduğu kimsenin yemeğini yemesi onun kazanılmış bir hakkı, bu yemeği sunmak da
ev sahibi üzerine farz olsaydı o zaman "günah yoktur" kelimesi yerine
bu farziyyeti ifade eden daha açık ve kesin bir ifade kullanılırdı.
Bu durum misafire
ikram etmenin farziyyetinin neshedildiğine de delâlet etmektedir. Bu bakımdan
da bir önceki hadisin bir tamamlayıcısı durumundadır.[40]
1. Bir kimse
sahibinin izniyle başkasının yemeğini yiyebilir.
2. Bir kimse
misafir olduğu ev sahibinin sunduğu yemeği yiyebilir.
3. Kitap
ehlinin sunduğu yemeği yemek helâldir. Nitekim, "Kitap verilenlerin yemekleri
size helâldir."[41]
âyet-i kerimesi de bunu ifade etmektedir.
Ancak kitap ehlinin
kestiklerinin yenebilmesi için hayvanı kesen kitap ehlinin Benî Tağlıb
kabilesinden olmaması, dininden dönmemiş olması, kestiği hayvanı kendileri için
kesmiş olması, keserken Allah'ın adını anarak kestiğinin bilinmesi, kestiği
hayvanın kendi dinlerince helâl olması gerekir. Bu hususlar bulununca onların
kestiği hayvanın yenilebileceğinde ittifak vardır.[42]
4. Bir
kimsenin sunduğu yemeği yemenin caiz olabilmesi için onun Allah'dan başka bir
varlığın ismi çekilerek hazırlanmamış olması gerekir. Eğer Allah'dan başka bir
varlığın ismi çekilerek hazırlandığı bilinirse onu yemek haramdır. Bilinmediği
takdirde cumhura göre yenilmesi helâldir. Nitekim, "Üzerine Allah'ın ismi
anılmayan şeyden yemeyin...”[43],
"Eğer onun âyetlerine iman etmişseniz üzerine Allah'ın ismi anılan şeyden
yiyiniz."[44] âyetleri ile, "Kanı
akıtılan ve üzerine Besmele çekileni yeyiniz."[45]
mealindeki hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir.[46]
3754... İbn
Abbas (r.a)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Peygamber (s.a),
üstünlüklerini ortaya koyabilmek için yarışan kimselerin yemeklerinin yenmesini
yasaklamıştır.
Ebû Dâvud dedi ki; Bu
hadisi, Cerîr (b. Hazm) 'den rivayet edenlerin ekserisi rivayetlerinin
senedinde îbn Abbas (r.a)'ın ismini zikretmediler. (Ancak îkrime'nin rivayet
ettiği) bu hadiste olduğu gibi Harun en-Nahvî de (bu hadisi rivayet ederken)
îbn Abbasfin ismini zikretti. Hammâd b. Zeyd ise İbn Abbas'in ismini
zikretmedi.[47]
İnsanların,
başkalarına olan üstünlüğünü ortaya koyabilmek
ve bu şekilde nefsine bir pay çıkarmak gayesiyle bir takım yarışlara
girişmesi riyadan başka bir şey olmadığı için İslâmiyette bu gayeyle yapılan
işler çirkin sayıldığı gibi, bu gibi kimselerin yemeğini yemek de yasaklanmıştır.
Çünkü onların yemekleri, "Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle
yemeyin!"[48] âyetinin şümulüne
girmektedir.[49]
3755...
Sefine Ebû Abdurrahman'dan rivayet olunduğuna göre;
Bir adam Ali b. Ebî
Tâlib'i misafir etmiş ve ona bir yemek hazırlamış. (Orada hazır bulunan)
Fatıma (r. anha) da: "Keşke, Rasûlul-lah (s.a)'ı çağırsaydık. (Gelir)
bizimle beraber (bu yemekten) o da yerdi" demiş. Bunun üzerine Hz.
Peygamberi de (o ziyafete) çağırmışlar. Hz. Peygamber de (oraya) gelmiş. Elini
kapının (iki tarafındaki) söveleri-ne koyunca, evin bir köşesine yerleştirilmiş
olan yünden yapılmış renkli nakışlarla süslü ve üzerinde rakamlar bulunan ince
bir kumaş görüp hemen geri dönerek gitmiş. Hz. Fâtıma da Hz. Ali'ye:
Git, ona yetiş bak
(bakalım) onun geri dönmesine sebep neymiş? demiş, Hz. Ali de onun peşinden gitmiş.
(Hz. Ali Hz. Peygarn-ber'e kavuşunca aralarında geçen konuşmayı şöyle anlatmış.
Ben Hz. Peygamber'e):
Ey Allah'ın Rasûlü,
seni geri çeviren sebep nedir? diye sordum. "Benim için yahut da herhangi
bir peygamber için nakışlarla süslü bir eve girmek yoktur" buyurdu.[50]
Hadisin baş kısmında
bulunan cümlesinin zahirine göre, bir adam Hz. Ali'yi evine davet ederek ona
yemek ikram etmiş. Fakat Sünen-i Ebû Davud'un bazı nüshalarında bu cümle,
şeklinde rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre Hz. Ali o adamın evine misafir
olmamış, o adam bir yemek hazırlayıp Hz. Ali'nin evine göndermiş. Tıybî bu
rivayetin daha doğru olduğunu görüşündedir. Nitekim o yemekte Hz. Fâtıma'nın
da bulunması bu görüşü te'ykl etmektedir.
el-Mirkât'ta
belirtildiği gibi, bu hadis, bir münkerin yani gayrı meşru durumun bulunduğu
davete icabet edilmeyeceğine delâlet eder.
Hafız da Feth'de,
"Bir evde bir münkerin yani gayrı meşru durumun bulunmasının o eve
girilmesine dinen bir engel teşkil ettiği bu hadisten anlaşılır" demiştir.
İbn Battal da bu
konuda şöyle der: "Allah ve Rasûlünün yasakladığı bir davete icabet etmek
caiz değildir. Hadis bunu ifade eder. Çünkü böyle bir davete icabet etmek böyle
bir duruma rıza göstermek anlamım taşır." İbn Battal daha sonra mesele ile
ilgili mütekaddim, yani ilk âlimlerin mezheplerini açıklar ki, bunun özeti
şudur: Davet edilen kişi davet edildiği yerdeki haram durumu giderirse oraya
gitmesinde bir sakınca yoktur. Şayet gidermeye gücü yetmezse geri döner.
Hanefî mezhebine
mensup, el-Hidâye sahibi de şöyle demektedir:
"Bir kimse davet
edildiği yere gittikten sonra orada münker, yani Allah ve Rasûlünün
yasakladığı bir durum meydana gelirse davet edilen zat, örnek edinilecek bir
önder ise ve duruma müdahale edip gidermeye gücü yetmezse orayı derhal
terketmelidir. Çünkü öyle bir mecliste dine leke sürülmüş olur ve bir günah
kapısı açılmış olur. Şayet davet edilen kişi örnek ve önder durumda değilse,
oturmuş iken artık yemeği yiyip öyle çıkmalıdır. Fakat davet edilen bir kimse
henüz davet edildiği yere girmemiş iken orada münker bir durumun olduğunu
sezerse, örnek olsun veya olmasın geri dönmelidir."[51]
3756...
Peygamber (s.a)'in sahâbîlerinin birinden rivayet olunduğuna göre;
Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur:
"İki kişi birden
(seni) davet edecek olursa sen kapısı en yakın olan(ın daveti)ne icabet et.
Çünkü kapısı en yakın olan en yakın komşu olandır. Eğer (davet eden bu iki
kişiden birisi diğerinden) daha önce davet etmişse, önce davet edenin davetine
icabet et."[52]
Hadis-i şerifte, aynı
zamanda iki kişiden davet alan bir kimsenin bunlardan kapısı kendisine daha
yakın olanın davetim tercih edip onun davetine icabet etmesi gerektiği, çünkü
kapısı daha yakın olan kimsenin daha yakın komşu olması cihetiyle bu gibi
içtimai muamelelerde öncelik hakkı bulunduğu ifade edilmektedir.
Alkamî'nin
açıklamasına göre, aynı anda davet eden kişilerin komşuluk bakımından her ikisinin
de eşit olmaları halinde; ilimce, dindarlıkça ve ahlâkça daha üstün olanın
daveti tercih edilir. Bu hususlarda eşit olmaları halinde ise, davet alan kimse
aralarında kura çeker, kura hangisine isabet ederse onun davetine icabet eder.[53]
3757... Ibn
Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
“Birinizin akşam
yemeği (sofraya) konduğu sırada namaza da başlanmış olursa (o kimse yemek yeme
işini) bitirinceye kadar namaza kalkmaz."
(Bu hadisin
ravilerinden Müsedded, rivayetine şunları da) ilâve etti: "Abdullah (b.
Ömer), akşam yemeği (sofraya) konunca -yahut ta akşam yemeği (sofraya) gelince-
ikameti de işitse, imamın okuyuşunu da işitse (yine de yemeğini) bitirinceye
kadar (namaza) kalkmazdı.[54]
3758... C
âbir b. Abdillah (r.a)'dan Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
olunmuştur:
“Yemekten veya başka
bir şeyden dolayı o namaz geciktiril(e)mez.”[55]
3759...
Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
İbn Zübeyr zamanında
babamla birlikte Abdullah b. Ömer'in yanında (bulunuyor) idim. Abbâd b.
Abdillah b. Zübeyr; "Biz, (kılınması için ezan okunup kamet getirilen
akşam) namaz(ın)dan önce (ortaya konulmuş olan) akşam yemeğine başlanabileceğini
işittik" dedi. Abdullah b. Ömer de "Vah sana! Sen (Hz. Peygamber'in
sahâbîleri olan) o kimselerin akşam yemeklerinin nasıl olduğunu (biliyor
musun)? (Onların akşam yemeklerinin) babanın akşam yemeği gibi (zengin) olduğunu
mu zannediyorsun?" diye karşılık verdi.[56]
3757 numaralı hadis-i
şerifte, akşam yemeği hazırlanıp ortaya konmuşken akşam namazı için ezanın
okunması halinde cemaate gitmeyerek yemeği yemek ve namazı yemekten sonra kılmak
tavsiye edilirken; 3758 numaralı hadis-i şerifte namazın yemekten dolayı
geciktirilmesine asla izin olmadığı ifade edilmektedir.
Hattâbî, bu iki
hadis-i şerifin arasını şöyle te'lif ediyor:
"Namazdan önce
yemek yemeye izin veren hadis-i şerif, gönlü, ortaya konan yemeği çok arzu eden
ve o yemeği yemeye çok ihtiyaç hisseden kimseler içindir. Bu durumda olan bir
kimse ezanın okunması ve yemeğin de ortaya gelmesi halinde eğer namaz vaktinin
çıkma tehlikesi yoksa, yemeğe karşı olan bu iştahını teskin etmek için yemekten
biraz yer, namazını yemekten sonra kılar. Bu suretle namazı yemeğe gönlü takılı
bir şekilde kılmaktan kurtulup hakkıyla ifa etme imkânını bulmuş olur.
Ancak bu şekilde
hareket etmek durumunda kalan bir kişi sofranın başına oturmaz ve iyice
karnını doyurmaz. Sadece ortaya gelen yemeklerden birer parça alıp açlığını ve
yemeklere olan arzusunu teskin edip namazını te'hir etmeden kılar. 3758
numaralı hadis-i şerif ise, yemeğe karşı aşın şekilde arzu ve ihtiyaç duymayan
ve namaz kılmak için fazla vakti kalmayan kimseler içindir. Bu durumda olan bir
kimsenin namazı yemeğe takdim etmesi farzdır. Binaenaleyh bu iki hadis
arasında bir çelişki yoktur."
Nitekim, 3759 numaralı
hadis-i şerif de Hattâbî'nin bu görüşünü doğrulamaktadır.
Bazı hallerde akşam
yemeğinin akşam namazına takdim edilebileceğini ifade eden bu hadis-i şerifin
hükmünü sadece akşam namazıyla akşam yemeğine tahsis etmek doğru değildir.
Burada sadece akşam
namazıyla akşam yemeğinden bahsedilmesinin sebebi, insanın bu durumla genellikle
akşam yemeği vaktinde karşılaşması olsa gerektir. Çünkü sabah namazı vaktinde
insanın böyle bir durumda kalması pek enderdir. Öğle vaktine gelince, öğleyin
yemek yeme âdeti Hz. Peygamber devrinde yoktu. Bu âdet sonradan çıkmıştır.
Akşam yemeğinin ortaya
gelmesiyle akşam ezanı vaktinin aynı zamana rastlaması halinde yemeğin öne
alınmasıyla ilgili bu emrin hükmü üzerinde ulema ihtilâf halindeler.
Cumhuru ulemaya göre;
bu emrin hükmü menduptur. Binaenaleyh bu emre göre hareket etmek menduptur.
Şâfiîlere göre bu emir yemek yemeye çok ihtiyacı olan kimseler içindir. Bu
durumda olmayan kimseler için geçerli değildir.
İmam Gazali, yemeğin
bozulmasından korkan kimselerin de bu emrin şümulüne girdiklerini söylemiştir.
Süfyân-ı Sevrî ile İmam Ahmed ve İshak hazretleri de bu görüştedirler. Zahiriye
mezhebi imamlarından İbn Hazm'e göre ise, bu emre uymadan namaza duran kimsenin
namazı bâtıldır.
Bazılarına göre ise,
hafif olarak yemek namaza takdim edilebilirse de hafif olmayan bir yemek takdim
edilemez.
Hafız Münzirî, İmam
Mâlik'in bu görüşte olduğunu söylemiştir. Mâli-kî mezhebinden olan diğer
ulemaya göre kesinlikle namaz yemeğe takdim edilir. Fakat namaza durunca bir an
önce yemeğe başlama arzusunun namazda aceleciliğe sebep olacağından korkulursa
yemek öne alınır. Yemeğe bir an önce başlamak için alelacele kılman bir namazı
iade etmek de müstehabtır.
Bu mevzuda merhum Ö.N.
Bilmen şöyle diyor:
"Mubah bir yemek
hazır olduğu halde namaza başlamak mekruhtur.
Meğer ki vaktin
çıkmasından korkulsun. Bu yemeğe iştahı olsun veya olmasın, müsavidir."[57]
3760... Abdullah
b. Abbâs'dan şöyle rivayet olunmuştur:
Bir gün Rasûlullah
(s.a) heladan çıkmış. (Orada bulunan sahâbîler) kendisine yemek getirmişler ve:
Ey Allah'ın Rasûlü,
(yemekten önce abdest alman için) sana abdest suyu da getirelim mi? demişler.
(Hz. Peygamber de):
"Ben ancak namaza
kalktığım zaman abdest almakla emrolundum" buyurmuştur.[58]
Fahri Kâinat
Efendimiz; "Ben ancak namaza kalktığım zaman abdest aımak|a
emrolundum" sözüyle, "Ey inananlar, namaza dur(mak iste)diğîniz zaman
yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın..."[59]
âyet-i kerimesine işaret etmiş ve namaza kalkmanın dışında hiçbir iş için
abdest almakla emrolunmadığını ifade buyurmuştur. Hz. Peygamber'in, namaz için
abdest almakla emrolunduğunu söylemekle beraber Kur'an-ı Kerim okumak, Kabe'yi
tavaf etmek gibi abâest almayı gerektiren fiillerden bahsetmemesi; o günlerde
bu fiiller için abdest alınmasıyla, igili emirlerin henüz gelmemiş olmasıyla
açıklanabileceği gibi, Hz. Peygamber'in maksadı yemekten önce abdest almak
gerekmediğini açıklamak olduğu için bu fiillerin hepsini zikre lüzum görmemiş
olmasıyla da açıklanabilir.
Şurasını unutmamak
gerekir ki abdest almak ayrı bir şeydir, el yıkamak ayrı bir şeydir. Hz.
Peygamber burada yemekten önce abdest almakla emrolunmadığını açıklamıştır. El
yıkamakla emrolunmadığını söylemek istememiştir. 3761 numaralı hadis-i şerifte
de açıklanacağı üzere, aslında yemekten önce el yıkamak onun sünnet-i seniyyesîndendir.
Orada hazır bulu-nanlar.Hz. Peygamber'in devamlı olarak abdestli gezdiğini
bildiklerinden onur abdestsiz yemek yemeyeceğini zannedip kendisine abdest
alması için abdest suyu getirmek istemişlerdir. Hz. Peygamber de onlara
yemekten önce ab dest almak icab etmediğini açıklamıştır.
Belki de onların Hz.
Peygamber'e, "abdest suyu getirelim mi?" diye sormalarından
maksatları, yemekten önce elini yıkamasını kendilerine hatırlatmaktı. Fakat Hz.
Peygamber abdestten söz açılmışken, yemekten önet abdest almanın hükmünü
açıklamayı uygun bulmuş ve bu açıklamayı yapmıştır.[60]
3761...
Selman (r.a)'den şöyle rivayet olunmuştur; dedi ki:
Ben Tevrat'ta, "Yemeğin
bereketi, yemekten önce elleri ve ağ; yıkamaktır" (sözünü) okumuştum. Bunu
Peygamber (s.a)'e anlattırr Bunun üzerine (Hz. Peyamber);
"Yemeğin bereketi
yemekten önce elleri, yemekten sonra da elleri ve ağzı yıkamaktır"
buyurdu. Süfyân (es-Sevrî), yemekten öne elleri yıkamayı mekruh görürdü.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadis zayıftır.[62]
Bu hadis-i şerif
yemekten Önce ve sonra elleri yıkamanın sünnet olduğunu söyleyen Hanefîlerin
delilidir. İmam Mâlik ile Süfyân-i Sevrî bir önceki hadis-i şerifin zahirine
sarılarak yemekten önce elleri yıkamanın mekruh olduğuna, İmam Şafiî de
yemekten önce elleri yıkamayı terketmenin müstehab olduğuna hükmetmiştir.
Aslında bir önceki
hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in yemekten önce gereksiz gördüğü şey abdest
almaktır, elleri yıkamak değildir. Bununla birlikte yemekten önce abdest
almakta da bir sakınca yoktur.[63]
Avnü'l-Ma'bûd
yazarının açıklamasına göre, Ahmed b. Hanbel de yemekten önce el yıkamanın
müstehab olmadığı görüşünde idi.
Oysa Aliyyü'l-Kârî'nin
açıkladığı gibi Hz. Peygamber, "Yemekten önce elleri yıkamak fakirliği,
yemekten sonra yıkamak da cinneti önler" buyurmuştur. Bu bütün
peygamberlerin sünnetidir. Bununla birlikte Süfyân-ı Sevrî'nin bunu mekruh
görmesi şaşılacak bir şeydir. Her halde Süfyan-ı Sevr'i bu sözü, elini daha
önce iyice yıkadığı için temiz olduğunu kesinlikle bilen kimseler için
söylemiştir. Maksadı da su israfını önlemektir.[64]
Bu bakımdan Hanefî
uleması yemekten önce ve sonra elleri yıkamanın sünnet olduğunu söylemişlerdir.
Bu mevzuda Dürrü'l-Muhtâr
isimli eserde, "Yemeğin sünneti yemekten önce Besmele çekmek, yemekten
sonra Elhamdüllillah demektir" diye kaydedilmiştir. Mülteka isimli eserde
de bunlara, yemekten önce ve sonra ellerin yıkanması da ilâve edilmektedir.
Avnü'l-Ma'bûd yazarının
dediği gibi, her zaman kirlenmeye ve mikrop kapmaya müsait olduğundan, yemekten
önce ellerin yıkanması yemeğin vücuda yaraması yönünden çok lüzumludur.
Yemek esnasında
yağlanmaları ve yemeğin bulaşması kaçınılmaz olduğu için de yemekten sonra
ellerle birlikte ağzı yıkamakta da çok büyük faydalar vardır.
Binaenaleyh bu sünnete
uyularak yenen yemekte bereket olur. Bu şekilde yenen yemek nefsin sükunet
bulmasına yardımcı olduğu gibi ibadete koşmasına da sebep ve yardımcı olur.
Ayrıca bu şekilde yenen bir yemeğin, yiyenlerin doymasına yetecek kadar
maddeten artması da söz konusudur.[65]
3762... Câbir
b. Abdillah (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) (bir gün)
abdest bozmuş olarak bir dağ geçidinden (bize doğru) eldi. Bizim önümüzde
(bulunan) "tirs" yahut da "hacefe" (denilen bir kalkan)
üzerinde hurma vardı. Kendisini davet ettik. (Gelip) bizimle birlikte
(hurmadan) yedi ve elini suyla yıkamadı.[66]
Hattâbî' bu hadis-i
şerif hakkında yaptığı açıklamada şöyle diyor: "Bu hadis-i şerif,
yemeğinin yenmesinden memnun olacağı yenmediği takdirde de üzüleceği bilinen
bir kimsenin, beklenmedik bir anda takdim ettiği yemeği yemekte sakınca
olmadığına delâlet etmektedir. Fakat yemek sahibinin davetinde samimi
olmadığının anlaşılması halinde durum bunun aksinedir. Böylesi bir yemeği
yemek mekruh olur."[67]
3763... Ebû
Hureyre (r.a)'den şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Rasûlullah (s.a)
hiçbir zaman bir yemeği kötülememiştir. (Önüne gelen bir) yemekten hoşlanırsa
onu yerdi, hoşlanmazsa yemezdi.[68]
Bu hadis-i şerifte
Rasûl-i Zîşan Efendimiz'in, önüne gelen bir yemeği kötülemediği ifade
edilmektedir.
Hadis-i şerif
sarihlerinin açıklamasına göre, Hz. Peygamber'in bu tutumu mubah yemekler
içindi. Fakat haram yemekler karşısındaki tutumu böyle değildi. Onları yemenin
kötülüğünü anlatır ve ümmetini onları yemekten menederdi. Bu bakımdan âlimler
mubah bir yemeği kötülemenin mekruh olduğunu söylemişlerdir.[69]
Âlimlerden bazıları,
Allah'ın yarattığı bir nimet olarak herhangi bir yemeği kötülemenin caiz
olmadığını; fakat bir yemeğin, insanların pişirmesi ya da hazırlamasından doğan
kusurunu söylemekte bir sakınca olmadığını söylemişlerdir. Ancak Hafız İbn
Hacer'in açıkladığı gibi, yemeğin pişirilmesi veya hazırlanması ile ilgili
olarak yemeğe yöneltilen bir tenkid eğer onu hazırlayanın kalbini kıracaksa o
zaman bu neviden olan tenkidler de caiz olmaz.
Bu mevzuda İmam Nevevî
şöyle diyor: "İnsanın önüne gelen bir yemeği; bu tuzludur, ekşidir, tuzu
kıttır, iyi pişmemiştir gibi sözlerle tenkit etmekten kaçınması yemek
âdabındandır." İbn Battal da: "Dinen yenmesi meşru kılınan hiçbir
yemekte ayıp ve kusur yoktur. Binaenaleyh helâl bir yemeği tenkidden kaçınmak
İslâm âdabındandır" demektedir.
Ancak insanın tabiatı
bazı helâl yemekleri yemekten hoşlanmayabilir. Böyle bir durumda o yemeği
yememesi gayet tabiidir. Kişi hoşlanmadığı bir yemekle karşılaşınca Hz.
Peygamber'in yaptığı gibi hareket eder, yani tenkit yöneltmeden yemeği
yemekten kaçınabilir.[70]
3764...
Vahşî b. Harb (b. Vahşî b. Harb)'in dedesinden rivayet olunmuştur: Peygamber
(s.a)'in sahâbîleri (Hz. Peygambere):
Ey Allah'ın Rasûlü,
biz (yemek) yiyoruz, fakat doymuyoruz, demişler.
(Hz. Peygamber de
onlara):
"Her halde siz
(yemeği) ayrı ayrı (kaplarda) yiyorsunuzdur (değil mi)?" demiş. (Onlar
da):
Evet, cevabını
verrnişler. (Bunun üzerine Hz. Peygamber):
"Yemeği toplu
halde yeyiniz ve üzerine Besmele çekiniz. (O zaman) Allah o yemekte sizin için
bereket halk eder (de karnınız doyar)" buyurmuş.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bir
düğün yemeğine gider de (önüne) akşam yemeği konacak olursa, ev sahibi izin
verinceye kadar (o yemekten) yeme.[71]
Bu hadis-i şerifi
rivayet eden Vahşî (r.a), Uhut'daHz. Hamza (r.a)'yı şehid eden ve sonra
Mekke'nin fethinde müslüman olan meşhur Vahşî'dir.
Kendisi müslüman
olduktan sonra küfür döneminde işlediği cinayetten duyduğu vicdan azabını
peygamberlik iddiasında bulunan Müseylemetü'l -Kezzâb'ı katlederek hafifletti.
Tâif heyetiyle birlikte Hz. Peygamber'in huzuruna geldiği zaman Hz. Hamza'yı
nasıl şehid ettiğini anlattı. Hz. Peyamber onu affetti. Fakat onu görmek
kendisine çok sevdiği amcasının acı hatırasını hatırlattığı için ona:
"Bir daha bana görünme" diye emretti.
Bu hadis-i şerifte,
bir sofra üzerine konan bir kaptan topluca yemek yemekte bereket olduğu
bildirilmekte, bir ailenin ayrı ayrı kaplarda yemek yemeleri yerine bir kaptan
yemek yemeleri tavsiye edilmektedir. Nitekim Ebû Ya'lâ'nm Müsned'inde, İbn
Hibbân'ın Sahih'inde, Beyhakî'nin de Sünen'inde Hz. Câbir'den rivayet edilen
merfû bir hadiste:
"Yemeklerin
Allah'a en sevimli olanı üzerinde ellerin en çok olanıdır"[72]
buyurmuştur.
Taberânî'nin İbn Ömer'den
naklen rivayet ettiği mevkuf bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
"İki kişinin
yemeği dört kişiye dört kişinin yemeği de sekiz kişiye yeter. Binaenaleyh
yemeği toplu halde yeyiniz, dağılmayınız."[73]
Cenab-ı Hak her-şeyi bir sebebe bağladığı gibi yemeklerin maddî manevî
bereketini de o yemeğe uzanan ellerin çokluğuna bağlamıştır.
Bir yemeğe uzanan
ellerin adedi nisbetinde Allah o yemeğe bereketini ve yiyenlere de feyz ve
rahmetini indirir. Ehl-i basiret inen bu rahmeti açıkça müşahede ettiği halde
gafiller gerçeği göremediklerinden bu hadisteki tavsiyeye uymazlar.
Binaenaleyh, "Hep
bir arada toplu olarak da dağınık olarak da yemek yemenizde bir sakınca
yoktur.”[74] âyet-i kerimesinde de
açıklandığı üzere ayrı ayrı kaplarda ve sofralarda yemek yemek caiz olmakla
beraber, bir sofra üzerinde ve bir kaptan topluca yemek yemek menduptur.
Musannif Ebû Dâvûd (r.a), hadis-i şerifin sonuna eklediği açıklama ile bir
düğün yemeğine giden insanın akşam yemeği vaktinde getirilen yemek hususunda
çok dikkatli olması gerektiğini ifade etmek istemiştir. Çünkü akşam öğünü
belli bir öğün olduğundan bu vakitte getirilen yemeğin düğün yemeği olmayıp ev
halkı için hazırlanması mutad olan her günkü yemeklerden olması mümkündür. Bu
bakımdan ev sahibi izin vermedikçe o yemeğe yanaşmamak gerekir. Çünkü bu yemeğe
ortak olunduğu takdirde ev halkı aç kalabilir.[75]
3765...
Ebu'z-Zübeyr'den rivayet olunduğuna göre, Câbir b. Abdullah (r.a) Peygamber
(s.a)'i şöyle derken işitmiştir:
“Bir adam evine
girerken Besmele çekerek girerse ve yemek yerken de (Besmele çekerek yerse),
şeytan (arkadaşlarına): (Burada) sizin için gecelemek (imkânı da) yok, akşam
yemeği de yok, der. Eğer (adam evine) girerken Allah'ı anmadan girerse şeytan
(arkadaşlarına: Burada) gecelemek (imkânın)a kavuştunuz, der. Eğer yemeği
yerken de Allah'ın adını anmamışsa (şeytan arkadaşlarına: Burada) geceleme ve
akşam yemeği (yeme imkânı)na kavuştunuz, der."[76]
Bu hadis-i şerifte
şeytanların Besmelesiz girilen eve girmeye muvaffak oldukları, Besmeleyle
girilen eve ise girmeye muvaffak olamadıkları, aynı şekilde Besmelesiz yenen
yemeğe onların da ortak oldukları, Besmeleyle yenen yemeğe ise asla ortak
olamadıkları ifade edilmektedir.
Her ne kadar burada
sadece evlere Besmeleyle girmek ve yemeğe Besmeleyle başlamaktan bahsedilmekle
yetinilmişse de aslında Besmele çekmek sadece bu iki fiile mahsus değildir.
Bütün fiillerin başında Besmele çekmek sünnet-i müekkededir.
Yemeğin başında
Besmele çekmenin vacib, sonunda Elhamdülillah demenin müstehab olduğunu
söyleyenler de vardır.
İhyâu Ulûmiddîn'de
açıklandığı üzere, her lokmanın başında Besmele sonunda Elhamdülillah demek
daha iyi olur. Şöyle ki birinci lokmanın başında Bismillah somunda
Elhamdülillah der ikinci lokmanın başında Bismil-lahirrahman, sonunda
Elhamdülillâhi Rabbilâlemin, üçüncü lokmanın başında
Bismillâhirrahımânirrahim, sonunda Elhamdülillâhi Rabbil âlemin
er-rahmânirrahîm denir. Lokmalar bu şekilde üçer üçer hesab edilir. Eğer
lokmaların Besmelesiz
yendiği yemeğin sonunda hatırlanacak olursa, "Bis-millahi alâ evvelihi ye
âhirihi" demekle yetinilir.[77]
Hanefî ulemasına göre,
yemeğin başında Bismillah sonunda da Elhamdülillah demek sünnettir. Eğer
Besmele yemeğin başında unutulmuş da yemek bitmeden hatırlanmışsa hatırlandığı
anda "Bismillahi alâ evvelihi ve âhirihi" der. Nitekim Peygamber
Efendimiz: "Kendisine yemek getirilince yemeğin başında Besmele çekip
sonunda Elhamdülillah diyen bir mü'min-den Allah razı olur" buyurmuştur.[78]
3766...
Huzeyfe (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
Biz Rasûlullah (s.a)
ile birlikte bir yemekte bulunmuştuk. Rasûlullah (s.a) ile birlikte sofrada
hazır bulunduğunuz halde içimizden hiçbir kimse ondan önce elini sofraya
uzatmadı. Derken bir bedevi sanki (arkasından yemeğe doğru) itilmiş gibi
(hızla) gelip el.ini daldırmak üzere yemeğe götürdü. Rasûlullah (s.a) da hemen
onun elini tuttu. Sonra bir cariye sanki (arkasından) itiliyormuş gibi (hızla)
gelip yemeğe sokmak üzere elini uzattı. Rasûlullah (s.a) onun elini de tuttu ve
şöyle buyurdu:
"Gerçekten
şeytan, üzerine Allah'ın ismi anılmayan (Besmele çekilmeyen) yemeği yemeye
imkân bulur. (O bu yemeği kendisine) helâl kılmak için önce kendisine âlet
edebileceği şu bedeviyi getirdi. Ben de onun elini tuttum, (şeytana imkân
vermedim). Sonra (bu yemeği kendisine) helâl kılmaya âlet etmek üzere bu
cariyeyi getirdi. Ben (onun da) elini tuttum. Varlığım elinde olan zâta yemin
olsun ki, şeytanın eli bedevi ve cariyenin eli ile birlikte benim
elimdedir."[79]
Bu hadis-i şerif,
yemeğe başlarken Besmele çekmenin sünnet olduğuna delâlet etmektedir.
Merhum A. Davudoğlu bu
hadisle ilgili olarak yaptığı açıklamada şöyle diyor:
"Şeytanın yemeği
helâl saymasından murad bazılarına göre hakikaten helâl olacağına itikad
etmesidir. Bir takımları, bundan murad, yemeğin bereketini kaldırmaktır; böyle
bir yemeği diyen doymaz, demişlerdir. Nevevî de şunları söylemiştir:
"Helâl sayar cümlesinin manası, yemeğe imkân bulur, demektir. Yani bir
insanın Besmelesiz başladığı yemeği şeytan yer. Fakat Besmeleyle başlarsa veya
sofradakilerden bazıları Besmele çekerse o yemekten yiyemediği gibi henüz
kimsenin yemediği yemekten de yiyemez.1"' Sonra kelâm ve fıkıh uleması
ile muhaddislerin gelmiş geçmiş cumhuruna göre, bu hadis ile şeytanın yemek
yediğine dair varid olan diğer hadisler zahirî manalarına hamledilmiştir. Yani
şeytan hakikaten yemek yer. Çünkü bunu akıl imkânsız görmediği gibi şeriat da
inkâr etmemiş, bilâkis ispat eylemiştir.
Binaenaleyh kabulü ve
itikad olunması vâcibtir."[80]
3767... Âişe
(r. anha)'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
“Biriniz ye(mek yemek
iste)diği zaman (yemeğe başlarken) yüce Allah'ın ismini ansın. Eğer (yemeğin)
başında yüce Allah'ın ismini anmayı unutursa 'Bismillâhi evvelehü ve âhirehü:
Başında da sonunda Allah'ın ismiyle başlarım' desin."[81]
3768...
Rasûlullah (s.a)'ın sahâbîlerinden Ümeyye b. Mahşî (r.a)'den şöyle rivayet
olunmuştur:
Rasûlullah (s.a)
oturuyordu. Bir adam da (orada) yemek yiyordu. (Adam yemek yerken) Besmele
çekmedi. Yemekten sadece bir lokma kalmıştı. (Adam) o lokmayı ağzına
kaldırdığı sırada, 'Bismillâhi evvelehü ve âhirehu: Başına da sonuna da
Bismillah' dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a) gülmeye başladı. Sonra:
"Şeytan bu adamla
beraber yemeye devam ediyordu. (Adam) Aziz ve Celîl olan Allah'ın ismini anınca
(şeytan yediği yemekten) karnında ne varsa (hepsini) kustu1' buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu
hadisin râvilerinden olan) Câbir b. Subh, Süleyman b. Harb'in anne cihetinden
dedesidir.[82]
Bu hadis-i şerifler;
bir kimsenin yemeğe başlarken Besmele çekmesi gerektiğini belirtmektedir. Eğer
yemeğe başlarken unutmuş da biraz sonra bunun farkına varmışsa o anda,
"Bismillâhi evvelehü ve âhirehü: (Bu yemeğin) başına da sonuna da
bismillah" demesi gerektiği, eğer başında Besmele çekmediği gibi
ortasında veya sonunda da Besmele çekmeyecek olursa o yemeği onunla birlikte
şeytanın da yiyeceği ifade edilmektedir.
Haleften ve seleften
hadis ulemasının cumhuruna göre; şeytanın da insanlar gibi iki eli ve iki
ayağı vardır. Onların da erkekleri ve dişileri vardır. İnsanlar gibi yer ve
içerler. Ancak şeytan yemeği sol eliyle yer. Binaenaleyh hadis-i şerifte söz
konusu edilen, şeytanın yemek yemesinden maksat hakiki manada yemek yemesidir.
Yediği yemeği kusmasından maksat da hakiki kusmasıdır.
Bazıları,
"Şeytanın yemek yemesinden maksat yemeğin bereketini alması, kusmasından
maksatsa aldığı bereketi geri bırakmasıdır" demişlerse de, Şevkânî'nin
Neylü'l-Evtâr'da açıkladığı gibi, bu kelimeleri hakiki manasından çıkarıp
mecazî manaya hamletmeyi gerektiren hiçbir sebeb ve karine mevcut değildir.
Biz yemeğe başlarken
Besmele çekmenin hükmünü 3765 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan
burada tekrara lüzum görmüyoruz.[83]
3769... Ali
b. el-Akmer'den rivayet olunduğuna göre; Ebû Cuhayfe, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle
buyurduğunu nakletmiştir: "Ben (yemeğimi) dayanarak yemem!"[84]
3770... (Şuayb
b. Muhammed b. Abdi İlah b. Amr'ın) babasın-.dan şöyle dediği rivayet
olunmuştur:
Rasûlullah (s.a)'ın
hiçbir zaman (bir yere) dayanarak (yemek) yediği görülmemiştir. Arkasında iki
adamın yürüdüğü de görülmemiştir.[85]
3771...
Mus'ab b. Süleym'den şöyle dediği rivayet olunmuştur; Ben Enes'i (şöyle) derken
işittim:
Peygamber (s.a) beni
(bir yere) göndermişti. Döndüğüm zaman kendisini geriye yaslanmış halde hurma
yerken buldum.[86]
Hattabı nın
açıklamasına göre; pek çok kimseler metinde geçen kelimesinin sağa ya da sola
yaslanmak anlamına
geldiğini
zannetmişlerdir. Bu sebeple bazı kimseler hadîs-i şerifi bu yönden ele alarak,
sağa veya sola yaslanarak yemek yemenin yemek borusu üzerine yapacağı basınç
sebebiyle insanı doyurmayacağı ve bu şekilde yenen yemeğin mideye inmesinin
zorlaşacağı gibi birtakım tıbbî yorumlara girmişlerdir. Halbuki bu kelime bir
tulum veya kesenin ağzını bağlamaya yarayan bağ anlamına gelen kökünden
gelmiştir. Bu bakımdan metinde geçen kelimesi "bağlayarak" anlamına
gelir. Burada bu kelimeyle anlatılmak istenen, minder gibi kaba bir şey
üzerine oturmak suretiyle midenin kapanmasına sebeb olma halidir.
Gerçekten bu şekilde
kaba ve yumuşak bir şey üzerine oturan kimse midesinin ağzını bağlamış ve
yemeğe kapatmış olur. İşte Hz. Peygamber'in bu hadis-i şerifte ümmetini
sakındırmak istediği şey, yemeği bu şekilde oturarak yemektir. Sağa ya da sola
yaslanarak yemek yemek değildir.
İbnü'I-Kayyım el-Cevzî
ise, Zâdü'l-Meâd isimli eserinde "ittikâ" kelimesinin:
1) Bağdaş
kurarak oturmak,
2) Bir şeye
dayanarak oturmak,
3) Sağa veya
sola dayanarak oturmak manalarına geldiğini; bu oturuşlardan üçüncüsü mideye
zararlı olduğu için, diğer ikisi de zalimlerin oturuşu olduğu için bu
oturuşların üçünün de yasaklanmış olduğunu söylemiştir.
Bezlü'l-Mechûd
yazarına göre; "Hanefî ulemasından İbn Âbidin, yemek yerken bir yere yaslanarak
ya da bir yere dayanarak oturmanın hiçbir sakıncası olmadığı görüşündedir.
Fetâvâ-yı Hindiyye'de de böyle denilmektedir."
Ancak yemek yerken bir
şeye dayanmakta bir sakınca olmaması bu dayanmada bir büyüklenme hissinin
bulunmamasına bağlıdır.[87]
3771 numaralı hadiste
geçen kelimesine gelince, bu kelime arkaya yaslanmak manasına gelir. Bu
bakımdan musannif Ebû Dâvûd bu hadisi bu babta zikretmeyi uygun görmüştür.[88]
3772... İbn
Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):
"Biriniz yemek
yerken tabağın ortasından yemesin, fakat kenarından yesin. Çünkü bereket
tabağın ortasına iner" buyurmuştur.[89]
3773...
Abdullah b. Büsr dedi ki:
Peygamber (s.a)'in
"el-Garrâ" isimli bir yemek kabı vardı ki onu (ancak) dört kişi
taşıyabilirdi. (Müslümanlar) kurban bayramı gününe girip de kurban bayramı
namazını kıldıkları vakit, bu kab içine tirit konmuş olduğu halde getirildi.
(Halk) hemen onun etrafında toplandı. (Yemeğin etrafında toplanan halk) çoğalınca
Rasûlullah (s.a) da diz çöküp oturdu. Bunun üzerine (orada bulunan) bir bedevi
(Hz. Peygambere):
Bu şekilde oturuş(un
manası) nedir? diye sordu.(Hz. Peygamber de):
"Şüphesiz ki
Allah beni mütevazi bir kul olarak yetiştirdi. Zalim ve inatçı (bir insan)
olarak yetiştirmedi." cevabını verdi. Sonra;
"(Haydi, yemeğin)
kenarlarından yeyiniz. Bereketin üzerine indiği tepesin(den yemey)i
bırakınız" buyurdu.[90]
el-Garrâ kelimesi, aslında
beyaz anlamına gelir. Hz. Peygamber'in bu isimle anılan ve dört kişi tarafından
taşınabilen bu kabının beyaz renkli, kazan büyüklüğünde hacimli bir tencere
olduğu anlaşılıyor.
3773 numaralı hadis-i
şerifte geçen kelimesini cimin kesri ile okumak gerekir. Çünkü bu kelime
masdar-ı nevidir ve dolayısıyla "bir oturuş çeşidi" anlamına gelir
ki, diz çökerek oturmak kastedilmektedir.
Avnü'l-Ma'bûd yazarı
bu hadis-i şerifler hakkındaki açıklamasında şöyle diyor: "Bu hadis yemeği
ortasından değil de kenarından yemenin meşruluğuna delâlet etmektedir. Râfiî
ve başkalarının açıklamasına göre, yemeği tabağın ortasından ve başkalarının
Önüne gelen yerden yemek mekruhtur. Fakat meyvelerde başkasının önünden alıp
yemekte bir sakınca yoktur. Esnevî ise bu görüşe itiraz ederek, yemeği tabağın
ortasından veya başkalarının önünden yemenin mekruh değil haram olduğunu
söylemiştir. Bu mevzuda İmam Gazali şunları da ilâve ediyor: Aynı şekilde bir
ekmeğin kenarını bırakıp da ortasından yemek de meşru değildir. Fakat ekmek
küçükse onu ortasından kırıp yemek caizdir. Yemeği ortasından yemeyerek
kenarından yemenin hikmeti ise bereketin yemeğin ortasına inmesidir. Bereket
oraya indiği için yemeğin ortasından alınmaz, bu sayede bereket sofranın
ortasından her tarafına dağılır."
Hattâbî'nin
açıklamasına göre, yemeği ortasından yemenin yasaklanmasındaki hikmet üzerine
bir başka görüş daha vardır. Bu ikinci görüşe göre bu yasak yalnız başına
yemek yiyenler için geçerli değildir. Toplu halde yemek yiyenler için
geçerlidir. Genellikle yemeğin en güzel yeri orta kısmıdır. Toplu halde yemek
yiyenlerden birisi kabın ortasından yemeye başlayacak olursa yemeğin en
iyisini almış ve kendisini yemek arkadaşlarına tercih etmiş durumuna düşer. Bu
tutumunsa âdabı muaşeret kaidelerine aykırı olduğunda şüphe yoktur.
İşte bu, âdaba aykırı
olduğu için yemeği ortasından yemek yasaklanmıştır. Fakat yalnız başına yemek
yiyen kimse için böyle bir âdaba riayet sözkonusu olmadığından bu yasak yalnız
başına yemek yiyenler için geçerli değildir.[91]
3774...
Saliru'in babası (Abdullah b. Ömer)'in şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Rasûlullah (s.a)
(ümmetine) iki yemeği yasaklamıştır:
1- Üzerinde
şarap içilen bir sofrada otur(arak yemek ye)meyi,
2- Kişinin
karnı üzerine (yüzü koyun) yatarak (yemek) yemesini. Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi Cafer b. Burkan, ZührVden işitmemiştir. Dolayısıyla bu hadis münkerdir.[92]
3775...
Harun b. Zeyd b. Ebi'z-Zerkâ'mn, babasından naklettiği rivayete göre; Cafer (b.
Bürkân), bu hadisi ez-Zührî'den aldığını söylemiştir.[93]
Bu hadis-i şerifler,
üzerinde yenmesi ve içilmesi helâl olmayan yiyecek ve içecekler bulunan bir
sofraya oturarak veya yüzükoyun yatarak yemek yemenin caiz olmadığını ifade
etmektedir.
Ancak Musannif Ebû
Davud'un da belirttiği gibi, ravi Cafer b. Bürkân, her ne kadar bu hadisi
Zührî'den duyduğunu ifade etmişse de, aslında Cafer bu sözünde yanılmıştır.
Çünkü Cafer'in bu hadisi Zührî'den aldığı sabit değildir. Aslında Cafer
güvenilir bir ravidir fakat bu hadisi Zührî'den rivayet ettiğini söylerken
yanılmıştır. Nitekim Ahmed b. Hanbel (r.a) ile Yahya b. Mâin de onun bu
rivayetinde yanıldığım söylemişlerdir.[94]
Bütün bu gerçekler
gösteriyor ki, Cafer bu hadisi aslında Zührî'den de başka bir raviden almıştır.
Fakat onu Zührî'den aldığını zannetmiştir.[95]
3776...
Abdullah b. Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a):
"Biriniz (yemek) yediği
zaman sağıyla yesin, (bir şey) içtiği zaman da (yine) sağıyla içsin. Çünkü
şeytan soluyla yer ve soluyla içer" buyurmuştur.[96]
Bu hadis-i şerif
yemeği sağ elle yemenin vacib olduğunu söyleyenlerin delilidir. Çünkü hadisin
zahiri burada emrin vücûb ifade ettiğine delâlet etmektedir.
Nitekim Müslim'in
rivayet ettiği şu hadis-i şerîf de bu görüşü te'yid etmektedir:
"Bir adam
Rasûlullah (s.a)'m yanında sol eliyle yemek yemeye başlayınca (Hz. Peygamber)
ona:
"Sağ elinle
ye!" buyurdu. Adam:
Beceremiyorum, deyince
Efendimiz:
"Beceremiyesin!
İşte bu adamı (benim emrime uymaktan) ancak kibri menetti" buyurdu. O adam
bir daha elini ağzına kaldıramadı."[97]
İmam Gazali, sağ elle
yemenin yemek yeme âdabından olduğunu söylemiştir. Yemeği sol elle yemenin
sakıncası, yemeği sol elle yiyen şeytana benzemektir. İnsanın, Allah'ın
rahmetinden kovulmuş olan şeytana benzemesini Önlemek için sol elle yemek
yasaklanmıştır.
Hadis-i şerif aynı
zamanda şeytanın hakiki manada eli olduğunu ve yemeği sol eliyle yediğini de
ifade etmektedir. Nitekim bu mevzuya 3766 numaralı hadisin şerhinde de temas
etmiştik.
Hanefi ulemasından
Aynî'nin açıklamasına göre, şeytanların hepsi değil de ancak bir kısmı yerler
ve içerler. Bazıları şeytanların hepsinin yeyip içtiğini söylemişlerse de bu
doğru değildir.
Bezlü'l-Mcchûd
yazarının da ifade ettiği gibi, bu mevzuda çözülmesi gereken bir müşkil
vardır; o da Hz. Peygamber'in yaş hurmayı sağ eliyle, karpuzu ise sol eliyle
yediğine dair Tirmizî'nin Şemâil'de rivayet ettiği hadistir. Tirmizî'nin bu
hadisi mevzumuzu teşkil eden hadise aykırıdır.
Ancak aadis âlimleri,
Şemâil'deki hadisin senedi zayıf olduğundan mevzumuzu tekşil eden hadisi ona
tercih etmişlerdir.[98]
1. Sağ elle
yiyip içmek müstehab, sol elle yeyip içmek -bir özrü bulunmadıkça- mekruhtur.
2. Şeytan
fiillerine benzeyen işlerden kaçınmak gerekir.
3. Şeytanın
iki eli vardır, onlar da insanlar gibi yerler ve içerler.[99]
3777... Ömer
b. Ebî Seleme'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s. a):
"Ey oğulcuğum;
yaklaş, Besmele çek, sağ elinle ve önünden ye" buyurmuştur.[100]
İmam Nevevî'nin dediği
gibi, bu hadis-i şerifte yemek yemenm uç sünnetine birden temas edilmektedir:
1) Yemeğe
başlarken Besmele çekmek,
2) Sağ elle
yemek,
3) Önünden yemek.
Çünkü başkasının önünden yemek, terbiyesizlik ve mürüvvetsizliğe delâlet eder.
Ayrıca çorba ve tirit gibi sulu yemeklerde önünden yemek alınan kişiyi nefret
ettirir. Yenilen şeyin hurma gibi, aynı cinsten olan yiyeceklerden olması
halinde insanın başkalarının önünden yemesinde bir sakınca olmadığını
söyleyenler varsa da, doğrusu mevzumuzu teşkil eden bu hadisteki nehyin bütün
yemek çeşitlerine şâmil olmasıdır. Çünkü bir nehy-deki umumun tahsis edildiğine
hükmedebilmek için onu tahsis eden bir delile dayanmak icab eder. Burada ise
böyle bir delil yoktur.[101]
1. Sağ elle
yiyip içmek müstehab, so1 elle yiyip içmek mekruhtur. Meğer ki özür buluna.
2. İyiliği
emir, kötülükten nehy müslümanlarm bütün hallerde hatta yemeklerde bile
vazifesidir.
3. Anne ve
babaların çocuklarına yemek yeme âdabını öğretmeleri gerekir.[102]
3778... Âişe
(r.anhâ)'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a):
"Eti bıçakla
kesmeyiniz. Çünkü bu ecnebilerin işidir. Onu siz dişlerinizle kopararak
yeyiniz. Çünkü böylesi daha lezzetli ve hazmı daha kolaydır" buyurmuştur.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadis sahih değildir.[103]
İbnü'l-Cevzî bu hadisi
Mevzuat isimli eserinde uydurma hadisler arasında zikretmiştir. Ahmed b.
Hanbel; bu hadisin sahih olmadığını, bu hadisi Ebû Ma'şer el-Medinî'den başka
rivayet eden bir ravi daha bulunmadığını söylemiş ve kendisinin, Ümeyye
ed-Dâmrî'den Rasûlullah (s.a)'ın boğazlanmış bir koyunun omuz kısmından bıçakla
kestiğine dair bir hadis rivayet ettiğini[104]
ifade ettikten sonra şöyle demiştir: "Eğer Ebû Ma'şer'in rivayet ettiği
hadisin sahih olduğu kabul edilirse o hadisin pişmiş et hakkında söylenmiş
olması gerekir. Hz. Peygamber'in bir koyunun omuz kısmından bir bıçakla.kesip
aldığım ifade eden Ümeyye hadisinin de pişmemiş etler hakkında söylenmiş olması
ihtimali vardır."[105]
3779...
Safvân b. Ümeyye'den, şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Peygamber (s.a) ile
birlikte (et) yiyiyordum. Eti kemikten elimle (sıyırıp) alıyordum. Bunun
üzerine;
"Kemiği ağzına
yaklaştır, (etini dişlerinle) kopararak ye. Çünkü böylesi daha tatlı ve daha
yarayışlıdır" buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu
hadisin ravilerinden) Osman (b. Ebî Süleyman) Safvân 'dan (hadis)
işitmemiştir; (binaenaleyh) bu hadis mürseldir.[106]
3780...
Abdullah b. Me'sûd (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a)'ın
en sevdiği kemik koyun kemiğiydi.[107]
Metinde geçen kelimesi
hakkında lügat âlimleri şöyle diyorlar: Îbnü'1-Esîr, en-Nihâye isimli eserinde
der ki: "el-Urk kelimesi, etinin çoğu sıyırılmış da birazı kalmış etli
kemik anlamına gelir. Bu kelimenin çoğulu "urâk" gelir. Ancak bir
kelimenin çoğulunun bu kalıpta gelmesi çok nâdirdir."
Kamus mütercimi Âsim
Efendi de bu kelime hakkında şöyle diyor: "Eti üzerinde olan kemiğe urk,
eti soyulup yenen kemiğe de "el-urâk" denir. Ala-kavlin ikisi de
zikrolunan iki manaya ıtlak olunur.[108]
Bu hadisin bab
başlığıyla ilgisi Hz. Peygamber'in etli kemikleri çok sevdiğine ve bu
kemikleri dişleriyle sıyırıp yediğine delâlet etmesidir.
Çünkü Hz. Peygamber'in
bu kemikleri sevmesi demek, onlardaki etleri dişleriyle sıyırıp yemesini
severdi demektir. Bu cümlenin bu etleri bıçakla yemesini severdi anlamına
geldiği söylenemez. Çünkü kemiklerin etleri sıyrılınca kemiklerden söz etmeye
lüzum kalmaz. Kemikten sıyrılan etlere "kemik" denmez, "et"
denir.
Hz, Peygamber'in
kemikleri yarı etli atmayıp da onları dişleriyle sıyırmasında nimete karşı
olan ihtiyacının ve nimete karşı saygısının ifadesi vardır. Zamanımızda nimet
israfının yol açtığı maddî zararlar düşünüldüğü zaman Hz. Peygamber'in,
Allah'ın verdiği nimetlere karşı gösterdiği bu saygılı ve mütevazi tutumundaki
hikmet daha kolay anlaşılır.[109]
3781...
(Abdullah b. Mes'ûd) dedi ki:
(Hayvanın) kol
kısımları Peygamber (s.a)'in hoşuna giderdi. Yahudilerin kendisini bir ön
butla zehirlediklerine inanırdı.[110]
Bilindiği gibi Hz.
Peygamber Hayber'i fethedip dinlenmekte bulunduğu bir sırada Sellâm b.
Mişkem'in karısı ve Hâris'in kızı Zeyneb tarafından sunulan zehirli bir kol kemiği
ile zehirlenmek istenmişti.[111]
3782...
İshak b. Abdillah b. Ebî Talha'dan (rivayet olunduğuna göre; Enes b. Mâlik'i
şöyle derken işitmiştir: Bir terzi Rasûlullah (s.a)'ı hazırlamış olduğu bir
yemeğe çağırmıştı. Bu yemeğe Rasûlullah (s.a) ile birlikte ben de gittim.
Rasûlullah (s.a) bir arpa ekmeğiyle içinde kabak ve pastırma bulunan bir
çorbayı benim önüme yaklaştırdı. Ben (yemek esnasında) Rasûlullah (s.a)'m,
(yemek içerisinde bulunan) kabakları araştırmakta olduğunu gördüm. O günden itibaren
kabağa olan sevgim devam etmektedir.[112]
1. Davete
icabet gerekir.
2.
Peygamberimiz kabağı çok severdi.[113]
3783... İbn
Abbas'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Rasûlullah (s.a)'ın ekmekten (yapılan)
yemekler içerisinde en sevdiği tirit idi. Tirit; hurma ve keş, yağ, un
karışımı yemeklerdendir. Ebû Dâvûd der ki: Bu hadis zayıftır.[114]
Avnü'l-Ma'bûd
yazarının açıklamasına göre; metinde geçen "ekmekten yapılan yemekler
içerisindeki tirit" sözüyle kastedilen yemek, çekirdeği çıkarılan
hurmanın yağ ve un gibi maddelerle karıştırılıp yoğurulması neticesinde
meydana gelen bir hamurdur.
İbn Esîr, Nihâye'de;
tiritin hurma, keş, yağ ve undan meydana gelen bir yemek olduğunu söylemiştir.
Aslında tirit, ekmeğin küçük parçalar halinde doğranıp çorba suyuyla
ıslatılması neticesinde meydana gelen yemektir.
Hadis-i şerifte Hz.
Peygamber'in hamur aşları içerisinde en çok sevdiği yemeğin tirit olduğu ifade
edilmektedir. Ancak Musannif Ebû Davud'un da ifade ettiği gibi bu hadis
zayıftır. Çünkü senedinde kimliği bilinmeyen Bas-ralı bir adam vardır.[115]
3784...
(Kabîsa b. Hülb'ün) babasından rivayet
olunmuştur; dedi ki:
Rasûlullah (s.a)’ı,
"Yemeklerin bazılarım (yemek)ten (kalbimde) bir endişe hissediyorum"
diyen bir adama (şöyle) cevap verirken işittim: “Gönlünde hiçbir endişe
doğmasın. (Eğer helâlliği şer'î delillerle sabit olan bir yemeğin yenip
yenmeyeceği hususunda gönlünde doğan bir şüphe üzerine o yemeği yemeyi
terkedecek olursan) bu konuda hiristiyanlara benzemiş olursun."[116]
Metinde geçen cümlesi
mahzûf bir şart cümlesinin cevabı olabileceği
gibi, kendisinden önceki "şey'ün" kelimesinin sıfatı
da olabilir. Biz tercümemizde birinci ihtimali nazar-ı itibara aldık.
İkinci ihtimale göre
cümle, "Bazı yemekleri yemekten dolayı hiristiyanlığa benzeyeceğine dair
içinde bir korku belirmesin" anlamına gelir ki, netice itibariyle her iki
mana da meşruluğu kesin delillerle sabit olan bir yemek hakkında kalbde doğan
şüphelere itibar edilmemesi noktasında toplanmaktadır. Çünkü kesin deliller
karşısında şüphenin bir kıymeti yoktur. Nitekim "Şekk ile yakın zail
olmaz."[117] kaidesi vardır.
Ancak bu meseleyi
şüpheli şeylerden kaçınma meselesiyle karıştırmamak lâzımdır. Çünkü bu iki
mesele asıl itibariyle birbirlerinden tamamen farklıdırlar.[118]
3785... İbn
Ömer (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
Rasûlullah (s.a),
pislik yemeyi alışkanlık haline getirmiş olan hayvanin etini) yemeyi ve
sütlerini (içmeyi) yasakladı.[119]
3786... İbn
Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre;
Peygamber (s.a),
pislik yemeyi alışkanlık haline getirmiş olan hayvanın sütünü (içmeyi)
yasaklamıştır.[120]
3787... İbn
Ömer (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) pislik yemeyi
alışkanlık haline getirmiş olan develere binmeyi ve sütlerinden içmeyi
yasaklamıştır.[121]
Bu mevzuda Hattâbî
şöyle diyor:
"Celiâle, pislik
yiyen deve demektir. Böyle bir alışkanlığı olan devenin etini yemek ya da
sütünü içmek tenzihen mekruhtur.
Çünkü bu gibi
hayvanların'yemiş oldukları pisliklerin kokuları bu hayvanların etlerine
siner.
Ancak bu durum
yedikleri yemlerin ekserisini pislik teşkil eden hayvanlar için söz konusudur.
Gıdalarının ekserisini
temiz yemlerin teşkil ettiği hayvanların etleri ya da sütleri bu hükme dahil
değildir. Böyle ekseriyetle temiz yemlerle beslenen veya temiz otlarda yayılan
hayvanların ara sıra pislik yemeleri onları celiâle sınıfına sokmaz. Bahçelerde
otlarken ara sıra pislik yiyen tavuk, kaz, ördek, koyun, keçi vs. hayvanlar
gibi, bunlar da cellâleden sayılmazlar.
Celiâle sınıfına giren
hayvanların etlerinin ve sütlerinin yenilip yenilemeyeceği konusunda âlimler
ihtilâf etmişlerdir.
İmam Ebû Hanife (r.a)
ile taraftarlarına, İmam Şafiî ve Ahmed b. Han-bel'in görüşlerine göre; bu gibi
hayvanlar hapsedilip günlerce temiz gıda ile beslenmedikçe etleri yenilemez ve sütleri
içilemez. Ancak günlerce hapsedilip temiz yemlerle besledikten sonra
üzerlerine sinen pisliklerden temizlenmeleri neticesinde etlerini yemede ve
sütlerini içmede bir sakınca kalmaz. Nitekim bir hadis-i şerifte; "Sığır
kırk gün yemle beslendikten sonra eti yenebilir" buyurulmuştur. Abdullah
b, Ömer, pislik yemeye alışmış bir tavuğun etinin yenebilmesi için üç gün
hapsedilip temiz yemlerle beslenmesi gerektiğini söylerdi.
İshak b. Râhûyeh ise,
cellâlenin etinin yıkandıktan sonra yenebileceğini söylerdi. Hasan-İ Basrî ise
cellâlenin etini yemekte hiçbir sakınca görmezdi. İmam Mâlik de bu görüşte
idi."
İbn Reslân,
Şerhü's-Sünen isimli eserinde şöyle diyor:
"Aslında celiâle
sayılan hayvanların etlerinin ve sütlerinin temiz sayıla-bilmesi için kesilmelerinden
önce ne kadar hapsedilmeleri gerektiğine dair belirli bir süre yoktur. Bazıları
deve ve sığır cinsinden olan cellâlelerin kırk gün, tavuk cinsinden olan
cellâlelerin de üç gün hapsedilmeleri gerektiğini söylemişlerdir."
Bu mevzuda merhum Ömer
Nasuhi Bilmen şöyle diyor:
"Temiz olmayan
şeyleri yemiş olan tavuk, koyun, sığır, deve gibi hayvanların etleri bir
müddet hapis edilmeksizin hemen kesildikleri takdirde mekruhtur. Çünkü bu
halde etleri fena bir kokudan hali olmaz. Hapis müddeti tavuklar için üç,
sığırlar ile develer için de on gündür.
Hayvanların terleri
ile salyaları hüküm itibariyle artıkları gibi olduğundan, pislik yemekten
çekinmeyen koyun, keçi, deve gibi temiz hayvanların artıklarını kullanmak
mekruh olduğu gibi; böylesi hayvanların üzerine binmek de mekruhtur. İmam
Azam'a göre atlar ile eşek ve katırların terleri de temizdir."[122]
3788...
Câbir b. Abdillah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a), Hayber
günü bize (ehlî) eşek etini (yemeyi) yasakladı, at etini yememize izin verdi.[123]
3789...
Câbir b. Abdillah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Biz Hayber (savaşı) günü bir
takım atları, katırları ve (ehlî) eşekleri kesmiştik. Rasûlullah (s.a), bize
katırlarla eşekleri(n etlerini yemeyi) yasakladı, (fakat) atlan(n etini
yemeyi) yasaklamadı.[124]
3790...
Halid b. Velîd'den rivayet olunduğuna göre;
Rasûlullah (s.a),
atların, katırların ve eşeklerin etlerim yemeyi yasaklamıştır.
(Bu hadisi rivayet
edenlerden) Hayve, (rivayetine şu sözleri de) ilâve etti: "Köpek dişi olan
yırtıcı hayvanların tümünü(n etlerini) de (yasakladı)."
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
(hadisin ifade ettiği hüküm îmam) Mâlik'in görüşüdür. (Aslında) at etîeri(nin
yenmesinde bir sakınca yoktur; ve amel bu hadis üzerinde değildir. (Çünkü) bu (hadis)
neshedil-miştir ve Peygamber (s.a)'in sahâbîlerinden bir cemaat at etlerini yemiştir,
îbn Zübeyr, Fedâle b. Ubeyd, Enes b. Mâlik, Esma binti Ebi Bekr, Süveyd b.
Gafele ve Alkame bunlardandır. Rasûlullah (s.a) zamanında Kureyşliler atları
keserlerdi.[125]
Bu konuda Hattâbî
şöyle diyor:
“Hz Peygamber'in at
etini helâl kıldığını ifade eden (3788 nolu) Câbir b. Abdillah hadisi hasen bir
sened ile rivayet olunmuştur. At etinin haram kılındığnı ifade eden (3790
numaralı) Halid b. Velid hadisi ise, çeşitli yönlerden tenkide müsaid olan
zayıf bir senetle rivayet olunmuştur. Ayrıca bu hadisin senedinde bulunan Salih
b. Yahya b. el-Mikdâm b. Ma'dî kerb, onun babası Yahya b. el-Mikdâm ve dedesi
el-Mikdâm b. Ma'dîkerb gibi râvilerin birbirinden hadis işittikleri kesin
olarak tesbit edilmiş değildir.
Bu bakımdan ulema at
etini yemenin helâl olup olmadığı konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir. İbn Abbas
(r.a)'ın at etini yemenin mekruh olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. İmam
Ebû Hanîfe ile ashabı ve İmam Malik de bu görüştedir.
el-Hakem ise,
"Binmeniz ve süs için alları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha
sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır."[126]
âyeti kerimesini delil getirerek at eti yemenin Kur'an-ı Kerim'de haram
kılınmış olduğunu söylemiştir.
Bazıları ise at eti
yemenin helâl olduğunu söylemişlerdir ki, Şüreyh, Hasan-ı Basrî, Atâ b. Ebî
Rebâh, Saîd b. Cübeyr, Hammâd b. Ebî Süleyman bunlardandır. İmam Şafiî ile
İmam Ahmed ve İshak hazretleri de bu görüştedirler.
Bazılarının iddia
ettiği gibi Nahl sûresinin 8. âyetinin at etini haram kılması meselesine
gelince; aslında bu âyette at etinin haram olduğuna delâlet eden bir ifade
yoktur. Bu âyette atların binilmek ve süs için yaratıldıklarından
bahsedilmesi, onların etlerinden yararlanmanın caiz olmadığı anlamına gelmez.
Onların binilmek ve süs için yaratıldıklarından bahsedilmesi onların en çok
binmeye ve süs olarak kullanmaya yaramalanndandır. Onların daha ziyade bu
maksatlarla kullanılmaları ise etlerinin yenmesine engel değildir.
Nitekim, "Leş,
kan, domuz eti... size haram kılındı."[127]
âyeti kerimesinde domuzun sadece etinin haram kılındığından bahsedilmiş, diğer
taraflarının haram olduğundan bahsedilmemiştir. Nasıl ki, domuzun sadece etinin
haramlığından bahsedilip de diğer taraflarının haramlığmdan bahsedilmemesi
onun diğer taraflarının helâl olduğu anlamına gelmezse, atların da binilmek ve
süs olarak kullanılmak için yaratılmış olmalarından bahsedilmesi onların
etlerini yemenin, üzerlerinde yük taşımanın haram olması anlamına gelmez.
Nitekim şu âyet-i kerimeler atın üzerinde yük taşımak gibi daha birçok
faydaları olduğuna delâlet etmektedir:
1.
"Onlarda sizin için isinma(nızı sağlayan şeyler) ve daha birçok yararlar
vardır."[128]
2. "O
hayvanların üzerinde ve gemiler üzerinde taşınırsınız."[129]
3.
"Ağırlıklarınızı öyle uzak yerlere taşırlar kî (onlar olmasa) siz (canlarınızın)
yarısı tükenmeden oraya varamazdınız."[130]
Nasıl ki Nahl
sûresinin 8. ayetinin atlar üzerinde yük taşımanın helâl olduğundan
bahsetmemesi, atlar üzerinde yük taşımanın haram olmasını gerektirmemişse, yine
aynı âyette atların etinin helâl olduğundan bahsedilmemesi de at etinin haram
olmasını gerektirmez.
el-Hasen'den gelen bir
rivayette İmam Ebû Hanîfe'nin at etini yemenin haram olduğunu söylediği ifade
ediliyorsa ;da, Zâhirü'r-Rivâye'de imamın, at eti yemenin mekruh olduğunu
söylediği belirtilmiştir. Bu mevzuda gelen hadisler oldukça farklı olduğundan
Ebû Hanife at eti yemenin haram olduğunu söylememiştir. İmam Ebû Hanîfe'nin bu
mevzudaki delili yukarıda me-.alini sunduğumuz Nahl sûresinin 8. âyetidir.
Sünnetten delili de bu babda gelen Hz. Peygamber'in at etini yasakladığını
ifade eden hadis-i şeriftir.
Bu mevzuda merhum Ö.
Nasuhi Bilmen şöyle diyor:
"Beygirler cihada
yarayan kıymetli hayvanlardır. Bu cihetle bunların etlerini yemek İmam A'zam'a
göre tahrimen veya tenzihen mekruhtur. İmameyn'e göre de tenzihen mekruhtur.
Ehlî merkeplerin ve
anaları merkep olan katırların etleri haramdır veya tahrimen mekruhtur. Vahşi
merkeplerin ve anaları sığır olan katırların etleri ise haram değildir.
Hayvanlar analarına tabidirler.
İmam Mâlik'den bir
rivayete göre, ehlî merkeplerin etleri mekruh; bir rivayete göre de haramdır.
Meşhur olan kavle göre, beygirlerin etleri de haramdır. İmam Şafiî ile İmam
Ahmed'e göre beygirlerin etleri mekruh değildir."[131]
Hanefi mezhebine göre,
"Azı dişleriyle kapıp avlayan, parçalayan ve kendisini müdafaa eden
hayvanların etleri haramdır, yenilmez."[132]
Bezlü'l-Mechûd
yazarının da dediği gibi, bazı sahâbîlerin at eti yediklerinden bahsedilen
hadisler, onların zaruret halleriyle ilgili olması gerektir. Esasen Hz. Hâlid,
Hayber savaşından sonra müslüman olduğuna göre, at etinin haram olduğunu
bildiren 3790 numaralı hadisin, helâl olduğunu bildiren 3789 numaralı hadisi
neshetmiş olması gerekir. At eti yemenin helâl olduğunu kabul edenler de at
etini yemeyi yasaklayan hadislerin neshedildi-ğini söylerler.
Musannif Ebû Davud'un,
hadisin sonunda yaptığı açıklamadan kendisinin de bu görüşte olduğu
anlaşılmaktadır. Fakat Hz. Halid'in Hayber'den sonra müslümanlığı kabul ettiği
düşünülürse, at etini yasaklayan hadislerin mubah olduğunu ifade eden hadisleri
neshettiği anlaşılır.[133]
3791... Enes
b. Mâlik'den rivayet olunduğuna göre; dedi ki: Ben ergenlik çağma yaklaşmış
becerikli bir çocuktum. (Bir gün) bir tavşan avlayıp onu kızarttım. Ebû Talha,
(bu tavşanın) arka tarafını benimle Peygamber (s.a)'e gönderdi. Ben onu
Peyamber (s.a)'e getirdim, (Hz. Peygamber de) onu kabul etti.[134]
3792...
Muhammed b. Halid dedi ki: Ben babam Halid b. el-Huveyris'i (şöyle) derken
işittim:
Abdullah b Âmr, Sıfah
(denilen yer) de bulunuyordu. -Muhammed (b. Halid, Sıfah denilen bu yerin)
Mekke'de (bulunan) bir yer olduğunu söyler.- Bir adam bir tavşan avlamıştı.
(Bu adam Abdullah b. Amr'a):
Ey Abdullah b. Amr,
(sen tavşan hakkında) ne dersin? dedi.
(Abdullah da şöyle)
cevap verdi:
(Bir gün) Rasûlullah
(s.a)'a bir tavşan getirilmişti. Ben de (orada) oturuyordum. (Hz. Peygamber)
onu yemedi, (fakat) yenmesini de yasaklamadı ve onun (o anda) hayız görmekte
olduğunu söyledi.[135]
Âlimlerin büyük
çoğunluğu tavşan eti yemenin caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Ancak sahâbîlerden
Abdullah b. Amr b. Âs (r.a) ile tâbiûndan İkrime, fıkıh âlimlerinden Muhammed
b. Ebî Leylâ, tavşan etinin yenmesini kerih görmüşlerdir. Şârih Aynî,
"Hanefîlerden bazı mekruh addedenler varsa da sahih olan görüş ammenin
içtihadıdır ve tavşan etinin mubah olduğuna delâlet eden birçok hadisler
vardır" diyor.[136]
Tavşan etinin mekruh
olduğunu söyleyenler 3792 numaralı hadise da-yanmışlarsa da Avnü'l-Ma'bûd
yazarının da belirttiği bu hadis zayıftır. Sahih olduğu kabul edilse bile bu
hadiste tavşan etinin kerahetine delâlet eden bir ifade yoktur.[137]
3793... İbn Abbas'dan
rivayet olunduğuna göre; dedi ki: (İbn Abbas'ın) teyzesi, Rasûlullah (s.a)'a
yağ, birkaç keler ve kurumuş peynir hediye etmiş. (Hz. Peygamber de) yağ ile
peyniri yemiş, (fakat) tiksindiğinden dolayı kelerleri bırakmış. (İbn Abbas'a
göre), eğer (keler eti yemek) haram olsaydı Rasûlullah (s.a)'ın sofrasında (keler)
yenmezdi.[138]
3794...
Hâlid b. Velid'den rivayet olunduğuna göre: Kendisi (bir gün) Rasûlullah (s.a)
ile birlikte Meymûne'nin evine girmiş. (O sırada Rasûlullah (s.a)'a kızartılmış
bir keler getirilmiş. Rasûlullah (s.a) da (alıp yemek üzere) ona elini
uzatmış. Bunun üzerine (o sırada) Meymûne'nin evinde bulunan bazı kadınlar;
"Peygamber (s.a)'e yemek istediği şeyin ne olduğunu haber yerin"
demişler. Orada bulunanlar da: "Bu kelerdir" demişler. Rasûlullah
(s.a) da hemen elini çekmiş.
(Halid b. Velid
sözlerine devamla şöyle) dedi: Ben (kendisine): Ey Allah'ın Rasûlü, bu (kelerin
etini yemek) haram mıdır? diye sordum./
"Hayır (haram
değildir), fakat o benim kavmimin toprağında bulunmaz ve ben ondan tiksinti
hissediyorum" buyurdu.
Bunun üzerine ben
kızarmış keleri (önüme) çektim ve Rasûlullah (s.a)'ın gözünün önünde yedim.[139]
3795...
Sabit b. Vedîa'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Rasûlullah (s.a) ile
beraber bir askeri birlik içerisinde bulunuyordum. Derken birkaç keler
yakaladık. Ben onlardan birini kızartıp Rasûlullah (s.a)'a getirdim ve önüne
koydum. (Hz. Peygamber) bir çöp alıp onunla (kelerin) parmaklarını saymaya
başladı; sonra:
"İsrail
oğullarından bir topluluk yerde yürüyen hayvanlar şekline çevrilmiştir. Ancak
ben (onların çevrildiği) bu hayvanın hangi hayvan olduğunu bilmiyorum"
buyurdu ve (bu keleri) yemedi, (yenmesini de) yasaklamadı.[140]
3796...
Abdurrahman b. Şibl'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a) keler etini
yemeyi yasaklamıştır.[141]
ed-Dabbü:
Sürüngenlerden, dört ayaklı ve kuyruğunda boğumlar bulunan, kertenkeleye benzer
fakat ondan biraz daha büyük olan bir hayvandır.
Avnü'l-Ma'bûd yazarının
açıklamasına göre, bu hayvan asla su içmez, yedi yüz sene yaşar, kırk günde bir
damla idrar akıtır. Dişlerinin tümü tek bir bütün halinde olduğundan dişleri
dökülmez;
BezIü'I-Machûd
yazarının DümeyrîninHayâtü'İ-Hayevân isimli eserinden naklettiğine göre, bu
hayvanın dişisinin de erkeğinin de cinsel organları çift olur. Bazen erkek
kelerler, yavruları yumurtadan çıktığı zaman yumurtaları bozduklarını
zannederek onları yerler.
Görüldüğü gibi bu
babda gelen hadislerden 3793 numaralı hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in keler
yemediği fakat sofrasında keler yendiği halde neh-yetmediği ve sükutla
karşıladığı; 3794 numaralı hadiste Hz. Peygamber'in keler etinin haram
olmadığını söylediği, fakat şer'îbir sakıncadan dolayı değil de kendi
tabiatından gelen bir tiksintiden dolayı onu yemediği ifade ediliyor.
3795 numaralı hadis-i
şerifte ise Hz. Peygamber'in keler yemeyişinin bir başka sebebi daha
açıklanıyor ki, o da İsrailoğullarından hayvan suretine çevrildiği bilinen
kimselerin keler suretine çevrilmiş olması ve dünya yüzünde yaşayan kelerlerin
o insanların neslinden gelmiş olması ihtimalidir. Gerçekten keler cinsinin o
insanların neslinden geldikleri kesin olarak bilinecek olursa bu hayvanların
asılları insan olması cihetİyle etlerinin haram olması gerekir.
3796 numaralı hadis-i
şerifte ise Hz. Peygamber'in keler etinin yenmesini kesinlikle yasakladığı
ifade ediliyor.
Bu babda gelen
hadisler farklı olduklarından ulema bu meselede ihtilâfa düşmüşlerdir.
Bu mevzuda Şafiî
ulemasından İmam Nevevî şöyle diyor:
"Müslümanlar
keler eti yemenin mekruh olmadığında İcma etmişlerdir. Ancak Ebû Hanîfe ile
ashabının keler etinin mekruh olduğunu söyledikleri rivayet edilmiştir.
Kâdî de ulemadan bir
kısmının onun haram olduğunu söylediklerini rivayet etmiştir. Fakat ben sözü
geçen ulemanın bu görüşte olacaklarına ihtimal vermiyorum. Eğer onlar bu
mevzuda böyle diyorlarsa, ilgili nasslara ve aktedilen icmâa ters düşüyorlar
demektir."
Her ne kadar İmam
Nevevî böyle diyorsa da Hafız İbn Hacer, Nevevî'-nin bu sözlerine itiraz
ederek; "Hz. Ali'nin keler etinin mubah olduğunu söylediği Münzirî
tarafından rivayet edilmekte iken, keler etinin mekruh olmadığına dair bir
icmâ olduğundan bahsedilemez" diyor.
Nitekim Ebû Cafer
et-Tahavî de, Şerhu Meâni'1-Âsâr isimli eserinde şöyle diyor: "Ulemadan
bir topluluk, keler eti yemenin mekruh olduğuna hükmetmişlerdir. Ebû Hanîfe
ile Ebû Yusuf ve Muhammed b. el-Hasen de bu görüştedirler. Ebû Dâvûd da bu
mevzuda Abdurrahman b. Şibî yoluyla bir hadis rivayet etmiştir.
Hafız İbn Hacer de
ravilerinİn hepsinin güvenilir kimseler olması dolayısıyla bu hadisin hasen
olduğunu söylemiş ve hadisin senedini tenkid eden Hattâbî ile İbn Hazm'ı,
Beyhakî'yi ve İbn Cevzî'yi tenkid etmiştir.
İbn Hacer, bu mevzuda
gelen hadislerin arasını şöyle te'lif etmiştir:'
"Hz. Peygamber,
önceleri yeryüzünde mevcut olan kelerlerin İsrâilo-ğullarmdan hayvan suretine
çevrilen kişilerin neslinden türemiş olabileceklerinden korkuyordu.
Çünkü o kimselerin
hangi hayvanın suretine çevrildiklerini bilmediği gibi, onların üç günden fazla
yaşamadıklarını da bilmiyordu. İşte bu sıralarda keler yemeyi yasaklamıştı.
Hatta pişirilen keler etlerini yere döktürmüştü. Sonra bunun aslını iyi
öğrenmek için beklemeye başladı. Bu sırada da keler yiyenlere ses çıkarmıyordu.
Sonra İsrâiloğullarından suretleri değişen kişilerin üç günden fazla
yaşamadıklarını öğrenince, kendisi tiksindiği için onu yemedi, ama başkasına
onu haram kılmadı ve yemelerine izin verdi. Bu durum keler yemenin helâl
olduğuna, yani tiksinenler için bunu yemenin tenzihen mekruh, tiksinmeyenler
için de helâl olduğuna delâlet eder."[142]
Hanefi ulemasından Ebü
Cafer et-Tahavî'nin bu ifadesinden kendisinin de Hafız İbn Hacer'in bu
görüşünü paylaştığı anlaşılmaktadır.
Bezlü'I-Mechûd yazan
ise bu mevzuda şöyle diyor:
"Bence Hafız İbn
Hacer'in hadislerin arasım te'lif sadedinde söylemiş olduğu bu sözler,
hakikatten son derece uzak sözlerdir. Doğrusu şu ki, Rasûlullah önceleri keler
etinin yenmesini mubah kılmıştı fakat kendisi tiksindiği için onu yiyemiyordu.
Sonra onun suretleri
değişen İsrailoğullarımn neslinden gelmiş olabileceği ihtimali üzerinde
durarak kendisi yemedi fakat başkalarının yemesine de engel olmadı. Çünkü
eşyada asıl olan mübahlıktır. Fakat daha sonra onun haram olduğunu anladığı
için onu yasakladı. Bunun üzerine keler eti haram oldu. Bilindiği gibi bir
meselede haram ile helâl hükümleri karşılaştığı zaman haram hükmü galib
gelir."
Hanefi ulemasından
Burhaneddin el-Merginânî el-Hidâye isimli eserinde Hanefîlerin göüşünü
açıklarken, keler yemenin mekrub olduğunu söylemektedir.[143]
Bu hadisleri
açıklarken merhum Ahmed Davudoğlu, suret değiştiren İs-râiloğulları hakkında şu
görüşlere yer veriyor:"DümeyrîHayâtü'l-Hayevan adlı eserinde şunları
söylüyor: Ulema, şekil değiştiren insanların yaşayıp yaşamadığında ihtilâf
etmişlerdir. Bir kavle göre yaşarlar. Zeccâc ile Kadı Ebû Bekir İbn Arabî bu
kavli tercih etmişlerdir. Cumhur ulemaya göre böyle bir şey yoktur. İbn Abbas;
şekli değişmiş insan üç günden fazla asla yaşayama-mış ve yeyip içmiştir, demiştir
ki bu söz merfu hadis hükmündedir."[144]
3793 numaralı hadis-i
şerifte Hz. Peygamber'e keler hediye ettiğinden bahsedilen İbn Abbas'ın
teyzesinin, Ümmü Hafîd binti el-Hâris b. Harb el-Hilâliyye olması ihtimali
kuvvetlidir. Çünkü kocası çöl araplarındandı, kendisi de çölde yaşardı.[145]
3797...
(Büreyh b. Ömer b. Sefîne'nin) dedesinden şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Ben Rasûlullah (s.a)
ile beraber toy kuşu eti yedim.[146]
Toy: Kül renginde, tavuktan
büyük kazdan küçük, uzunca boyunlu, süratli uçan bir kuştur.
Ulema bu hadis-i
şerife dayanarak toy etinin helâl olduğunu söylemişlerdir. [Bk. Abdurrahman
efendi tercüme-i hayatü'l-hayvan 1/299][147]
3798... (Milkâm
b. Telibb'in) babasından rivayet olunmuştur; dedi ki:
Ben Peygamber (s.a)
ile (uzun süre) birlikte bulundum. (Ondan) küçük canlıların haram olduğuna dair
(hiçbir söz) duymadım.[148]
3799... (İsa
b. Nümeyle'nin) babasından rivayet olunmuştur; dedi ki:
Bir gün ben İbn
Ömer'in yanında iken, kendisine kirpi (eti) yeme(nin hükmü) soruldu da (bu
soruya cevap olmak üzere);
"De ki: Bana
vahyolunanda (bu haram dediklerinizi) yiyen kimse için haram edilmiş bir şey
bulamıyorum..”[149]
(mealindeki) âyeti okudu. (Orada İbn Ömer'in) yanında (bulunan) yaşlı bir zat
şöyle dedi:
(Ama) ben Ebû
Hureyre'yi:
Peygamber (s.a)'in
yanında kirpiden söz edildi de (Hz. Peygamber): "O pis hayvanlardan
biridir" buyurdu, derken işittim.
Bunun üzerine İbn
Ömer; "Eğer Rasûlullah (s.a) bunu söylemişse o (kirpi) onun dediği
gibidir; demek ben bilmiyormuşum" dedi.[150]
Haşere: Tarla faresi,
keler, kirpi gibi yerde yaşayan, küçük hayvanlardır.
Hattâbî'nin dediği
gibi; 3798 numaralı hadis, haşereleri yemenin helâl olduğuna delâlet etmez.
Çünkü Telibb'in Hz. Peygamber'den haşerelerin haram olduğuna dair bir söz
duymamış olması başkasının da duymamış olmasını gerektirmez.
Bir başka ifadeyle,
haşerelerin haram olduğunu Hz. Peygamber'den Telib duymamış olabilir ama bunu
başkaları duymuştur. Nitekim 3799 numaralı hadis-i şerifte ifade edildiği
üzere, Ebû Hureyre Hz. Peygamber'i haşereden olan kirpinin pis olduğunu
söylerken işittiğini haber vermiştir. Pis olan hayvanları ise İslâmiyet haram
kılmıştır.[151] Bu bakımdan 3799
numaralı hadis-i şerif, kirpinin haram olduğunu söyleyen İmam Ebû Hanîfe ile
İmam Mâlik'in delilidir. Şâfiîlere göre ise kirpi eti helâldir.
İlim adamları, eşyada
asi olanın helâl mı yoksa haram mı olduğunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazılarına
göre eşyada ası! olan helâldir, bazılarına göre de haramdır. Bazılarına göre
de, "Eşyada asıl olanın helâl ya da haram olduğunu söylemek doğru
değildir. Çünkü eşyanın bir kısmı helâl, bir kısmı da haramdır. Ancak biz
hangisinin haram hangisinin helâl olduğunu bilemeyiz. Ancak delille bilebiliriz."
Ulema helâlin
sınırlarını tesbit konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir. İmam Mâlik ile İmam
Şafiî'ye göre, haram olduğuna dair bir delil bulunmayan her şey helâldir. İmam
Ebû Hanîfe'ye göre ise, helâl olduğuna dair delil bulunan herşey helâldir.
Hakkında haram veya helâl olduğuna dair şer'î bir açıklama bulunmayan şeyler
ise İmam Malik ile Şafiî'ye göre affedilmişlerdir ve dolayısıyle helâl
kılınmışlardır. Delilleri yukarıda mealini sunduğumuz En'-âm sûresinin 145.
âyet-i kerimesidir. İmam Ebû Hanîfe'ye göre hakkında nass bulunmayan şeylerin
hepsi helâl değildir.[152]
Bezlü'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre, haram sadece Kur'an-ı Kerim'de açıklanan
haramlardan ibaret değildir. Bunlara yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'in dışında Rasûlüne
bildirdiği yani vahiy mahsulü olan hadislerde açıklanan haramları da ilâve
etmek icab eder. "Bana vahy olundu..." âyet-i kerimesinde kastedilen
de budur.
Bu mevzuda İbn Nüceym
şöyle diyor:
"İmam Şafiî'ye
göre eşyada asi olan mübahlıktır. Binaenaleyh bir şeyin haram olduğuna dair
şer'î bir delil bulunmadıkça o şeyin helâl olduğuna hükmedilir. İmam Şafiî'nin
açıklamasına göre, İmam Ebû Hanîfe'ye göre eşyada asi olan haramlıktır.
Binaenaleyh bir şeyin helâl olduğuna dair şer'î bir delil bulunmadıkça o şeyin
haram olduğuna hükmedilir." [153]
el-Bedâyiu'1-Muhtâr
isimli eserde de şöyle deniyor: "Şeriî hükümler gelmeden önce insanların
fiilleri hakkında bir hüküm verilemez, verilse de geçersizdir ve bâtıldır. Her
ne kadar Allah'ın insanların fiilleriyle ilgili hükmü ezelî ise de Allah
peygamberlerini göndermedikçe bu hükmünü insanların fiillerine taalluk
ettirmemiş. Çünkü insanlar kendilerine bir peygamber gönderilmedikçe
fiillerinden sorumlu sayamadıklarından, Allah'ın bu ezelî hükmünün insanların
fiillerine taalluk etmesinde bir mana yoktur."
îbn.Nüceym, Menâr
üzerine yazmış olduğu şerhte de şöyle diyor: "Hanefilerden bazılarına göre
de eşyada asi olan mübahlıktır. Ebu'l-Hasen el-Kerhî bunlardandır. Hadis
ehlinden bir kısmına göre ise eşyada asi olan ha-ramlıktır. Bizim mezhebimize
göre eşyada asi olan, hakkında şer'î bir hüküm gelinceye kadar beklemek, yani
haram veya helâl olduğuna dair kesin bir hüküm vermemektir."[154]
Hanefî fakihlerinden
el-Merginânî de el-Hidâye isimli eserinde talâk bölümünün "el-hidad"
babında, eşyada asi olanın mübahlık olduğunu söylemiştir.[155]
Şevkânî bu mevzudaki
görüşleri özetlerken şöyle diyor:
"Hulasa, bir
delil olmadıkça eşya hakkında hüküm verilemez. Binaenaleyh bir şeyin helâl
olduğuna dair şer'î bir delil bulunmadıkça onun haram olduğuna hükmedilir.
Cumhur ulemanın görüşü budur.
Şâfiîlerden bir
cemaate ve bazı fıkıh âlimlerine göre ise, eşyada asıl olan ibâhedir. Muhammed
b. Abdillah b. Abdilhakem de bu görüştedir. Müte-ahhirîn ulemasından bazıları
cumhur ulemanın da bu görüşte olduğunu söylemişlerdir."[156]
Hanefî mezhebine giren
hayvanlar üç kısma ayrılır:
1- Kanı
olmayan haşereler: Çekirge, arı, sinek, örümcek, akrep gibi böceklerdir.
Çekirgenin dışında bunların hepsi haramdır. Çünkü bu böceklerin hepsi de
pistir. İnsan tabiatı onlardan tiksinir. Ancak bunlardan çekirge, "Bize
iki ölü helâl kılındı"[157]
hadisiyle bu hükmün dışında bırakılmıştır.
2- Akan kanı
olmayan hayvanlar: Yılan, zehirli keler, fare, kene, kirpi, keler, tarla faresi
gibi haşerelerdir. Bunların haramlığında ihtilâf yoktur. Ancak keler hakkında
ihtilâf vardır. Nitekim 3793-3796 numaralı hadislerin şerhinde açıklandı.
3- Akan kanı
olan hayvanlar. Bunlar da ikiye ayrılırlar:
a) Yırtıcı
olmayan ehlî hayvanlar: Katır, eşek, at, deve, sığır ve koyun gibi. Bunlardan
katır ile eşek etinin haram olduğu ulemanın tamamına yakın bir kısmı
tarafından kabul edilmekle beraber, sadece Beşîr el-Medisi bunların etini
yemekte bir sakınca olmadığım söylemiştir. At eti ise Ebû Hanîfe ile Ebû
Yusuf'a göre mekruh, İmam Muhammed ile İmam Şafiî'ye göre helâldir. Bu konuyu
3788-3790 numaralı hadislerin şerhinde açıklamıştık.
b) Yırtıcı
olmayan vahşi hayvanlar: Geyik, ceylan, yaban öküzü, yaban eşeği, yaban devesi
gibi hayvanlardır ki bunların etinin helâl olduğunda bütün müslümanlar ittifak
etmişlerdir.
Bu üçüncü gruba giren
hayvanların bir de yırtıcı olanları ile kuş cinsinden olanları vardır. Yırtıcı
hayvanlar da ehli ve vahşi olmak üzere ikiye ayrılırlar:
1- Ehli
hayvanlardan olanlar: Köpek, kedi gibi yırtıcı olanlardır.
2- Vahşi
olanlar: Kurt, aslan, kaplan, sırtlan, pars, yaban kedisi, sincap, samur, ayı,
fil, maymun gibi, avlarını köpek dişleriyle parçalayan ve kendilerini savunan
hayvanlardır. Tilki ile sırtlanın dışında bu hayvanların tümünün etlerinin
haram olduğunda ittifak vardır.
Tilki ile sırtlan ise
İmam Şafiî'ye göre helâldir.
Kuşlara gelince;
bunlardan avını pençesi ile yakalayan doğan, atmaca, şahin, çaylak, karga,
gibileri haramdır. Tırnaklı olduğu halde bunlarla hayvanları avlamayan ise
helaldir; güvercin gibi.
Tavuk, kaz, ördek,
hindi gibi kuş cinsinden olan kümes hayvanlarının etlerinin helâl olduğunda ise
ittifak vardır.
Bu mevzuda Ömer Nasuhi
Bilmen şöyle diyor:
"Tabiatında
vahşet ise denâet olmayan ve tab'an iğrenç görülmeyen hayvanların etleri
-şeraiti dairesinde- helâldir, yiyilebilir. Tavuk, kaz, ördek, zu-rafa, deve
kuşu, bağırtlan kuşu, güvercin, bıldırcın, koyun, keçi, deve, sığırcık
kuşlarını yemekte beis görülmemiştir.
Yarasanın yiyilip
yiyilmediğinde haram veya mekruh olup olmamasında ihtilâf vardır. Hüdhüdü
yemek mekruh görülmüştür. Saksağan, kumru, bülbül, keklik kuşlarının etleri
esasen helâldir. Ancak bunların etlerini yiyenlere bir âfet isabet edeceğine
dair insanlar arasında bir kanaat mevcut olduğundan bunları yemek müstahsen
görülmemiştir.
Şâfiîlerce kırlangıç,
tavus, hüdhüd, papağan kuşlarının etleri haramdır. Martı ve balıkçıl kuşları
ise helâldir."[158]
3800... Ibn Abbas'dan
şöyle dediği rivayet olunmuştur: Cahiliyye (dönemi) halkı bazı şeyleri
yerlerdi, bazı şeyleri de tiksindiklerinden dolayı yemezlerdi. Derken yüce
Allah, Peygamberini (s.a) gönderdi ve Kitab'ım indirdi. Helâlini ve haramını
açıkladı. Artık onun haram kıldığı haramdır, helâl kıldığı da helâldir.
Hakkında açıklama yapmadığı ise affedilmiştir. Sonra, "De ki: Bana
vahyolunanda (bu haram dediklerinizi) yiyen kimse için haram edilmiş bir şey
bulamıyorum"[159]
âyetini sonuna kadar okudu.[160]
Bu hadis-i şerif,
eşyada asi olan şeyin ibâhe olduğunu söyleyenlerin delilidir. Bu neticeye göre
her hangi bir şey veya menfaati yasaklayan sahih nass bulunmaz veya bulunur da
delâleti kat'î olmazsa o şey hakkında haram hükmü de sözkonusu olmaz. Şu
âyet-i kerimelerden de bu gerçeği Öğreniyoruz: "Yerde olanların hepsini
sizin için yaratan odur."[161] "Göklerde olanları, yerde olanları
hepsini sizin buyruğunuz altına vermiş."[162]
1. Eşyada
asl olan mübahlıktır.
2. Hakkmda
haram ya da helâl olduğuna dair sahih nass bulunmayan şeyler affedilmiştir.
Allah, haklarında sükût ettiği bu eş-yayın hükümlerini unuttuğu için değil,
insanlara merhametten dolayı açıklamamış ve onlardan sorumlu tutmamıştır.[163]
3801...
Câbir b. Abdullah(r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a)'a
sırtlan (etin)i sordum.
"O bir av
(hayvam)dır ve onu avlayan ihramlıya (keffaret olarak) bir koç (kurban etme
cezası) konmuştur" buyurdu.[164]
Bu hadis-i şerif,
sırtlan etini yemenin helâl olduğunu söyleyen Şâfiîlerin delilidir. Hattâbî, bu
hadisle ilgili açıklamasında şöyle diyor:
"Hz.
Peygamber'in, sırtlanı av hayvanlarından sayması ve ihramlı iken bir sırtlan
öldüren kimsenin keffaret olarak bir koç kurban etmesi gerektiğini bildirmesi,
sırtlanın da zebra ve geyik gibi eti yenen hayvanlardan olduğuna delâlet eder.
Çünkü, "Yeryüzünde yürüyen hayvanlardan beş çeşit hayvan vardır ki,
ihramda iken onları öldürmek helâldir. Yılan, akrep, çaylak, fare, ısırıcı
köpek" mealindeki (1846-1848) numaralı hadisler, Haremde veya ihramlı
iken eti yenmeyen bir hayvanı öldürmenin cezası olmadığını ifade etmektedir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte ihramlı iken sırtlanı öldüren bir kimseye bir oç kurban
etmek gerektiği ifade edildiğine göre sırtlanın eti yenen hayvanlardan olması
icabeder.
Metinde geçen, "o
av hayvanlarındandır" mealindeki cümle, yırtıcı ve vahşi hayvanlardan olup
da, av hayvanı olmayan ve "İhramda olduğunuz sürece size kara avı
yasaklandı"[165]
âyetinin kapsamına girmeyen hayvanların bulunduğuna delâlet etmektedir.
Sırtlan etinin helâl olup olmaması meselesinde fıkıh âlimleri ihtilâfa
düşmüştür. Sa'd b. Ebî Vakkâs (r.a)'a göre sırtlan etini yemek helaldir.İbn
Abbas ile Ata, İmam Şafii, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahuyeh ve Ebu Sevr
hazretleri de bu görüştedirler.Süfyan-ı Servi ile İmam Ebu Hanife ve
taraftarlarıyla İmam malik ise sırtlan eti yemenin mekruh olduğunu
söylemişlerdir.Bu görüş Said b.
Müseyyeb’den de rivayet olunmuştur. Delilleri ise bu hayvanın yırtıcı
hayvanlardan olmasıdır.
Çünkü 3802 numaralı
hadis-i şerifte açıklandığı üzere Rasulullah (s.a.), köpek dişi olan yırtıcı
hayvanların etini yasaklamıştır.[166]
1. Sırtlan
etini yemek helaldir.
2. Vahşi ve yırtıcı
hayvanlardan av hayvanı olanlar bulunduğu gibi, av hayvanı olmayanlar da
vardır.
3. Yırtıcı
bir havyanı öldüren kimseye bu hareketinden dolayı bir ceza gerekmez.
4. Av
hayvanlarının öldüren kimseye verilen ceza hayvanın cinsine göre belirlenir,
hayvanın özel durumuna göre belirlenmez.Bir başka ifadeyle her hayvan cinsi
için ödenecek ceza bellidir.Binaenaleyh hayvan hangi cinsten ise mensup olduğu
cins için dince belirlenmiş olan ceza, öldüren öldüren kimse üzerine terettüb
eder.Hayvanın vücutça iri veya ufak olması
bunu değiştirmez.
5. Haremde
bir sırtlan öldürmenin cezası bir koç kurban etmektir.
6. Mevzumuzu
teşkil eden Cabir hadisi, 3802 numaralı hadisin hükmünü tahsis
etmiştir.Şafiiler bu görüştedir.[167]
3802... Ebu
Sa’labe el- Huşeni ‘denrivayet olduğuna göre;
Rasulullah (s.a.)
köpek dişi olan yırtıcı hayvanlar(ın etlerini) yemeyi yasaklamıştır.[168]
3803... İbn
Abbas’dan rivayet olunmuştur;
Rasulullah (s.a.),
yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olanları(n etini yemeyi) ve kuşlardanda
pençeli olanları(n etini yemeyi) yasaklamıştır.[169]
3804...
Mikdam b. Ma’dekeirb’den rivayet olduğuna göre; Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
“Dikkatli olunuz!
Yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olanları(n etini yemek) helal değildir. Ehli
eşek (eti ile) anlaşmalı ecnebilerin kendilerine ihtiyaç duyulan buluntu
malları da helal değildir.
Herhangi bir adam bir
kavme ,misafir olur da (o kavim) onu ağırlamazsa bu misafir için yarın ahirete
olanlardan bu misafirlik hakkının alma hakkı vardır.[170]
3805... İbn
Abbas'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a), Hayber (savaşı) günü
yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olan her hayvanın, kuşlardan da pençeli olan
her kuşun (etinin) yenmesini yasakladı.[171]
3806...
Halid b. Velid (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) ile
birlikte Hayber savaşına katılmıştım. (Orada) yahudiler gelip, (müslüman)
halkın (yahudilerin koyunlarını yağma etmek üzere yahudilerin) ağıllarına
koşuştuklarını (Hz. Peygamber'e) şikâyet ettiler. Rasûlullah (s.a) da
(müslümanlara hitaben):
"Dikkatli olun!
Anlaşmalı olarak müslüman topraklarında yaşayan gayri müslimlerin malları(nı)
haksız yere (ellerinden almak) helâl olmaz. Ehli eşek (eti) size haram olduğu
gibi at ve katır da haramdır. Yırtıcı hayvanlardan her köpek dişli (hayvan)
ile kuşlardan her pençeli (kuş) da (haramdır)" buyurdu.[172]
3807...
Câbir b. Abdullah'dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a) kedi parasını
yasaklamıştır. (Muhammed) İbn Abdilmelik (ise bu cümleyi): "Kedi (etini)
ve (kedi) parasını yemeyi yasakladı" (şeklinde) rivayet etti.[173]
Bu babda geçen hadis-i
şeriflerde şu mevzular ele alınmaktadır:
1- Köpek
dişli olan yırtıcı hayvanların etlerini yemek yasaklanmıştır.
2- Pençeli kuşların
etlerini yemek yasaklanmıştır.
3- Anlaşmalı
olarak müslüman topraklarına giren ya da orada yaşayan gayri müslimlerin
mallarını haksızlıkla ele geçirmek yasaklanmıştır.
4- Bir topluma
misafir olan kimseyi ağırlamak o toplumun görevi, ağırlanmak da o kişinin
hakkıdır. O toplum bu görevini yerine getirmediği takdirde, misafir onlardan
hak talep edebilir.
5- Ehli
eşek, at ve katır eti yemek yasaklanmıştır.
6- Kedi eti
yemek yasaklanmıştır.
7- Kedi
satıp parasını yemek caiz değildir.
Birinci maddede sözü
geçen köpek dişli yırtıcı hayvanlardan maksat, köpek dişleriyle saldıran
aslan, kurt ve köpek gibi hayvanlardır.
Bezlü'l-Mechûd
yazarının dediği gibi, metinde geçen "yırtıcı" kelimesiyle deve bu
sınıfın dışında bırakılmıştır. Çünkü her ne kadar.deve köpek dişli ise de
yırtıcı değildir.
Avnü'l-Ma'bûd yazan
şunları kaydediyor:
"Nihâye müellifi
İbnü'l-Esîr'e göre; köpek dişli yırtıcı hayvanlardan maksat, avını yakalayıp
zorla parçalayıp yiyen aslan, kaplan, kurt gibi hayvanlardır. Kamus yazarına
göre ise, parçalayıcı hayvanlardır. Haram olan bu yırtıcı hayvanların cinsi
mevzuunda fıkıh imamları ihtilâfa düşmüşlerdir.
fmam Ebû Hanîfe'ye
göre; sırtlan, fil, tarla faresi ve kedi gibi et yiyen her hayvan bu sınıfa
girer ve etlerini yemek haram olur.
İmam Şafiî'ye göre
ise, aslan, kaplan ve kurt gibi insanlara saldıran hayvanlardır. Sırtlan ve
tilki gibi insanlara saldırmayan yırtıcı hayvanlar ise bu sınıfa
girmediklerinden onların etlerini yemek helaldir."
İkinci maddede
etlerinin yenmesi yasaklanan pençeli kuşlardan maksat ise, uçarken avını havada
yakalayıp pençesiyle parçalayan kartal, doğan, şahin gibi kuşlardır. Pençesi
olduğu halde başka hayvanları avlamayan kuşlar bu sınıfa girmediklerinden
helâldir. Bu sınıfa giren kuşların etleri İmam Şafiî, Ahmed ve Ebû Hanîfe'ye
göre haramdır. İmam Mâlik'e göre ise helâldir.[174]
Üçüncü maddede yer
alan, anlaşmalı olarak müslüman topraklarında bulunan gayri müslimlerin
mallarını haksızlıkla almanın yasaklanması meselesine gelince; esasen
anlaşmalı olarak müslüman topraklarında yaşayan gayri müslimler ya zimmî
olurlar ya da pasaportlu olarak bulunurlar. Bilindiği gibi zimmîler, anlaşma
şartlarını ihlâl etmedikleri sürece, pasaportlular da pasaport süresi devam
ettiği müddetçe İslâm ülkesinde kalabilirler. Zimmîler, İslâm ülkesinde
güvence ile yaşamalarına karşılık müslümanlara cizye ödemek zorunda oldukları
gibi, pasaportlu olanlar da yanlarında bulunan ticaret mallarının onda birini
müslümanlara vergi olarak vermek zorundadırlar. İşte müslümanlarm kendi
ülkelerinde yaşayan anlaşmalı gayri müslimlerden bu vergileri almaları
haklarıdır. Bunun dışında gayri müslimlerin mallarından bir şey almaları
haramdır. Onların bu mallan kaybolup da müslümanlarm eline geçmesi halinde
hüküm yine böyledir. Ancak onların ihtiyaç duymadıkları için terkettikleri
mallar bu hükmün dışındadır.
Beşinci maddede yer
alan ehli eşek ve katıra gelince, bu hayvanların etleri Hanefî ve Hanbelî
mezheplerinde haranı olmakla beraber Mâliki mezhebinde bu hususta iki görüş
vardır. Birinci ve meşhur olan görüşe göre haramdır. İkinci görüşe göre ise
mekruhtur. Ancak Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheblerine göre annesi inek yahut
babası vahşi eşek annesi kısrak olan katırların etleri helâldir.[175]
Fakat eşek etiyle
ilgili bu 3806 numaralı hadis zayıftır. Çünkü bu hadisi rivayet ettiği söylenen
Halid b. Velid, Hayber savaşında henüz müslüman olmamıştır. Ancak 3808-3811
numaralı hadisler eşek etinin haramlığmı açıkça ifade etmektedir.
Yedinci maddede yer
alan kedi eti yemek de haramdır. Çünkü kedi aslında birinci madedde yer alan
yırtıcı hayvanlar sınıfına girmektedir. Bu bakımdan kedi eti yemek Hanefî,
Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre haram, Mâlikîlere göre mekruhtur.[176]
3808...
Câbir b. Abdillah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) bize (ehli)
eşek eti yemeyi yasakladı ve at eti yememizi tavsiye etti.
(Bu hadisin
ravilerinden) Amr (b. Dînâr, bu hadis hakkında şöyle) dedi: Ben bu hadisi Ebû
Şa'sâ'ya anlattım, (bana) şu cevabı verdi: "Bizim içimizde (bulunan)
el-Hakem el-Gıfârî de bu hadisten bahsederdi. (Ancak) Bahr bunu kabul
etmezdi", (Ebû Şa'sâ, deniz manasına gelen Bahr sözüyle) İbn Abbas'ı
kastediyordu.[177]
3809...
Gâlib b. Ebcer'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
Bize bir kıtlık (yılı)
gelmişti. (Elimde bulunan) malın içerisinde (ehli) eşeklerden başka âiieme
yedirebiîeceğim bir şey yoktu. Rasûlul-lah (s.a) da ehli eşek etlerini
yasakladı. Peygamber (s.a)'e varıp;
Ey Allah'ın Rasûlü, bize
bir kıtlık (yılı) gelip çattı. Benim mal(lar)ım içerisinde semiz eşeklerden
başka aile halkına yedirebiîeceğim bir şey yok; sen ise ehli eşek etini
yasaklamış bulunuyorsun, diye şikâyette bulundum.
"Sen aile halkına
semiz eşek!er(in etin)den yedir. Çünkü ben on-ları(n etlerini) sadece pislik
yiyen hayvanlar oldukları için yasaklamıştım." buyurdu. Yani (bu
hayvanları etlerini) cellâle (oldukları için yasaklandığını anlatmak
istiyordu).
Ebû Dâvûd dedi ki:
(Hadisin senedinde bulunan) Abdurrahman, (Abdurrahman) b. Ma'kil'dir.
Yine Ebû Dâvûd dedi
ki: Bu hadisi ayrıca Şu 'be de Ubeyd Ebu 7-Hasen'den, Abdurrahman b.
Ma'kil'den, o da Abdurrahman b. Bişr'den Müzeyne (kabilesin)den bazı
kimselerden rivayet edilmiştir. (Bu rivayete göre) Müzeyne'nin efendisi olan
Ebcer yahutta Ebcer'in oğlu, Peygamber (s.a)'e (ehli eşek eti yemenin hükmünü)
sormuştur.[178]
3810...
(Şu'be'den rivayet olunduğuna göre; bu hadisi bir de) Müzeyne kabilesine
mensup iki adamdan biri diğerinden (rivayet etmiştir. Yani) Müzeyneü Abdullah
b. Amr b. Avim, Müzeyncli Gâlib b. el-Ebcer'den rivayet etmiştir. (Bu hadisin
senedinde bulunan) Mis'ar (şöyle) demiştir: "Peygamber (s.a)'e gelen
kimsenin Gâîib (b. Ebcer) olduğunu zannediyorum." (Ravi) şu (bir numara
önce geçen) hadisi (şevketti).[179]
3811... Amr
b. Şuayb (b. Muhannned b. Abdullah b. Amr b. Âs)'ın dedesinden rivayet
olmuştur; dedi ki:
Rasûlullah (s.a)
Hayber (Savaşı) günü, ehli eşek ile pislik yiyen hayvanların yenilmesini ve
(üzerine) binilmesini yasakladı.[180]
Bu babda yer alan hadisi
şerifte ehli eşek eti ile cellâle denilen pislik yemeye alışkın hayvanların
etlerini yemenin ve üzerlerine binmenin yasaklandığı ifade edilmektedir.
Pislik yemeye alışmış
olan hayvanların ellerini yemenin ve üzerlerine binilmesinin hükmünü 3785-3787
numaralı hadislerin şerhinde, ehli eşek eti yemenin hükmünü de bir önceki
hadisin şerhinde açıkladık.
Hattâbî'nin dediği
gibi; "İbn Abbas'm dışında tüm İslâm âlimleri ehli eşek eti yemenin helâl
olmadığını söylemişlerdir. Ancak büyük bir ihtimalle, ehli eşek elinin
yasaklanması haberi kendisine ulaşmayan İbn Abbas onların etini yemenin helâl
olduğunu söylemiştir."
Hz. Peygamber’in ehli
eşek eli yemeye izin verdiğini ifade eden 3809 numaralı ibn Ebcer hadîsine
gelince, Musannif Ebû Davud'un süz konusu hadisin sonunda bizzat açıkladığı
gibi bu hadis çok karışık yollarla rivayet edilmiştir. Bu bakımdan hadisin
senedinde ihtilâf vardır. Dolayısıyla itimada şayan değildir.
Nevevî; bu hadisin
senedinde ihtilâf bulunduğunu, hadisin sahihliği kabul edilse bile Hz.
Peygamber'in eşek etinin yenilmesine dair verdiği bu iznin zaruret halinde
olduğunu kabul etmek icab ettiğim söylüyor.
Nitekim Beyhakî de bu
hadisin senedinde izdırab bulunduğunu söylemiştir.
İbn Abdilberr'in de
ifade ettiği gibi, aslında Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr, Câbir,
Berâ, Abdullah b. Ebî Evfâ, Enes, Zahir el-Eslemî gibi pek çok sahâbîler Hz.
Peygamber'den ehli eşek etinin haram kılındığına dair sahih ve hasen hadisler
rivayet etmişlerdir. Bu bakımdan 3809 numaralı muzdarib bir hadisin böylesine
sağlam hadisler karşısında bir hüccet teşkil etmesi düşünülemez.
Bu hadisin sahih
olduğu kabul edilse bile Hz. Peygamber bu izni kıtlık yılı sebebiyle arız olan
umumi açlık dolayisıyle vermiş olabilir.
Hâzimî ise, Hz.
Peygamber'in ehli eşek etinin yenmesine bir süre izin verdikten sonra onu
tekrar yasaklamasını bir nesih olayı olarak değerlendirir. İbn Şahin de sadece
biri müsbet, biri nehiy ihtiva eden iki haberi vermekle iktifa eder. Nesihten
söz etmez.[181]
3812... Ebû
Ya'fûr'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: İbn Ebî Evfâ'ya çekirge (yeme)yi
sordum da;
Ben Rasûlullah (s.a)
ile birlikte altı ya da yedi savaşa katıldım. Biz (bu savaşlarda) kendisiyle
birlikte çekirge yerdik, cevabını verdi.[182]
3813...
Selmân (r.a)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:
Peygamber (s.a)'e
çekirge(nin yenilip yenilmeyeceği) soruldu.
"(Çekirge)
Allah'ın ordularının en çoğu(nu teşkil etmekte)dir. Ben onu yemem ve haram da
kılmam” buyurdu.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi (bir de) Mu 'temir, babası ve Ebû Osman kanadıyla Peygamber (s. a)'den
rivayet etti (fakat) Selman'ı anmadı.[183]
3814...
Selmân (r.a)'dan rivayet olunduğuna
göre;
Rasûlulîah (s.a)'a
(çekirgenin yenilip yenilmeyeceği) sorulmuş, (bir önceki hadiste geçen)
cevabının aynısını vermiş:
"(Çekirge) Allah
ordularının en çoğu (nu oluşturmaktadır" demiş.
(Musannif Ebû Davud'un
şeyhi) Ali (b. Abdillah) dedi ki: Ebû Avvâm'ın (ismi) Fâid'dir.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadisi (bir de) Hammâd b. Seleme, Ebû’l-Avvâm'dan, o Ebû Osman'an, o da Peygamber
(s.a)'den rivayet etti. (Hammâd bu rivayetinde) Selmân'ı anmadı.[184]
Cerâd: Çekirge
cinsidir. Tekili cerâde gelir. Cerâde kelimesi hem erkek,
hem de dişi
çekirge için kullanılır.
Bu böcekler vardıkları
yerde ekin ve ot adına ne varsa yiyip bitirdikleri ve orayı ekin ve ottan soyup
çırılçıplak bıraktıkları için bu ismi aldıkları söylenmektedir.
Kur'an-ı
Kerim'de,"...Etrafa yayılan çekirgeler gibi"[185]
âyet-i kerimesinde onların bu özelliğine işaret buyurulmaktadır.
Bir şeyden soyulan
şeye de "el-cürâde" ismi verilir.
3812 numaralı hadis-i
şerifte, "Hz. Peygamber ile altı ya da yedi savaşa katıldım"
cümlesindeki tereddüt ifadesi ravilerden Şu'be'ye aittir. Yani ravi Şu'be, bu
hadisi kendisine rivayet eden Ebû Ya'fûr'un, "altı" kelimesini mi
yoksa "yedi" kelimesini mi söylediğini iyice hatırlayamadığını
belirtmek için böyle tereddüt ifade eden bir kelime kullanmıştır. Söz konusu
hadisi bizzat Hz. Peygamberden rivayet eden Ebû Evfâ'nın, "Biz (bu
savaşlarda) kendisiyle birlikte çekirge yerdik" anlamındaki sözünden, Hz.
Peygamber'in bu savaşlarda ashabıyla birlikte çekirge yediğini anlamak mümkün
olduğu gibi Hz. Peygamber'in bizzat çekirge yemeyip sahâbileri çekirge yerken
kendisinin bizzat onların yanında bulunduğunu anlamak da mümkündür. Hafız İbn
Hacer'in de ifade ettiği gibi, Ebû Nuaym'ın Tıb kitabında rivayet ettiği bir
hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in de ashabıyla birlikte çekirge yediğinden bahsedilmesi
birinci ihtimali kuvvetlendirmekte ise de, rivayetlerin ekserisinde
"kendisiyle birlikte" sözü geçmediği dikkati çeken bir husustur.
Çekirge yemenin hükmü
konusunda îmam Nevevî şöyle diyor:
"Müslümanlar
çekirge yemenin helâl olduğunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Şafiî île İmam Ebû
Hanîfe ve ulemanın büyük çoğunluğu, çekirge yemenin helâl olduğunu, bu hususta
çekirgenin kesilerek başının koparılıp koparıl-maması arasında bir fark
olmadığı gibi kendi kendine ölmüş olması veya bir müslüman ya da bir mecûsi
tarafından avlanmış olmasının önemli olmadığını söylemişlerdir. Kendi kendine
veya bir sebepten dolayı ölmüş olması da bu hükmü değiştirmez.
İmam Mâlik'in meşhur
olan kavline ve Ahmed b. Hanbel'den gelen bir kavle göre; bir tarafı koparılıp
haşlanmış veya diri iken ateşe atılmak gibi bir sebeple ölen çekirgeyi yemek
caizdir. Kendi kendine ölen bir çekirgeyi yemekse helâl değildir.
Hanefî ulemasından
el-Aynî'nin açıklamasına göre; Mâlikî uleması çekirgenin helâl olabilmesi için
kesilmiş olmasını şart koşmuşlardır. Ayrıca çekirgenin nasıl kesileceği de
Mâlikîler arasında ihtilaflıdır. Bazılarına göre onun kesilmesi başının
koparılmasından ibarettir. İbn Vehb, "Onun kesilmesi yakalanmasıdır"
demiştir. İmam Mâlik'e göre ise yakalanıp başının koparılması ya da haşlanması
veya kızartılması onun kesilmesi demektir.[186]
Mâliki ulemasından
İbnü'I-Arabî, Endülüs çekirgelerinin zararlı oldukları için yenilmelerinin caiz
olmadığını söylemiştir.
Hz. Peygamber'in,
"Ben onu yemem" buyurması şer'î bir sakınca olduğu için yemediğini
ifade etmez. Çünkü eğer çekirge yemede şer'î bir sakınca bulunsaydı ümmetini
de bundan nehyetmesi gerekirdi.
Bu bakımdan Hz.
Peygamber'in çekirge etini yemekten çekinmesinin şer'î bir sakıncadan dolayı
değil de şahsî yaratılışından ileri gelen çekirgeye karşı duyduğu isteksizlik
ve tiksintiden doğduğunu kabul etmek gerekir.
Her ne kadar bu hadis
bazen Selmân atlanarak mürsel olarak rivayet edilmişse de tabiînin mürselleri
makbul olduğundan bunun önemi yoktur.
Hz.
Peygamber'in,"Çekirgeler Allah'ın ordularının sayıca en çok
olanlarıdır" mealindeki sözüne gelince; gerçekten "Rabbinin
ordularını ancak kendi bilir."[187]
âyet-i kerimesinde de açıklandığı gibi Allah'ın orduları sayılamayacak kadar
çoktur. Gazap ettiği milletler üzerine bu ordularım göndererek onlardan
intikamını alır. Çekirgeler de Allah'ın ordularındandır. Allah gazap ettiği
kavimler üzerine çekirgeleri göndermek suretiyle onları açlık ve kıtlığa mahkum
eder. Ancak sahih hadislerde açıklandığına göre Allah'ın yaratıkları arasında
sayıca en çok olanı melekler olduğundan mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte
geçen "Çekirgeler Allah'ın sayıca en çok olan ordularıdır" sözünü,
"Allah'ın ordularından olan çekirgeler yine Allah'ın ordularından olan
kuşlardan daha çokturlar" şeklinde anlamak gerekir.[188]
3815...
Câbir b. Abdullah' dan, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
olunmuştur:
"Denizin (sahile)
attığı veya (deniz sularını) kendisinden geri çektiği (için açıkta kalan)
şeyleri yeyiniz. (Fakat) denizde (kendiliğinden zahiri bir sebep olmaksızın
ölüp de) su yüzüne çıkan şeyleri yemeyiniz."
Ebû Dâvûd dedi ki:
Süfyan es-Sevrî, Eyyub ve Hammâd da hadisi Ebu'z-Ziibeyr'den rivayet etti fler
ve bunların üçü de rivayet zincirini) Câbir üzerinde durdurdular, (Hz.
Peygambere kadar uzandıramadılar). Bazen bu hadis (in rivayet zinciri) zayıf
bir şekilde îbn Ebî Zi'b, Ebu'z-Zübeyr ve Câbir yoluyla Hz. Peygamber (s.a)'e
dayandırılarak rivayet edilmiştir.[189]
Bu hadis-i şerif,
"Suda kendi kendine, zahiren sebepsiz olarak olup de suyun yuzune çıkan
balıklar yenmez diyen[190]
Hanefîlerin delilidir.
Bu görüş Câbir (r.a)
ile İbn Abbas (r.a) dan da mevkuf olarak rivayet olunmuştur. Mîrkât yazarının
da ifade ettiği gibi, haram ve helâl konularında sahabeden gelen mevkuf
rivayetler merfû hadis hükmündedir.
Hidâye müellifinin
dediği gibi, zahiren sebepsiz olarak kendi kendine ölen bir balığı yemek
Hanefîlere göre mekruh; İmam Mâlik ile İmam Şafiî ve İmam Ahmed ve Zahirîlere
göre böyle bir balığı yemek helâl olmakla beraber yememek evlâdır.
Bu görüşte olan fıkıh
imamlarının ve taraftarlarının Kitap'tan delilleri;"Hem kendinize hem de
yolculara bir geçimlik olmak üzere deniz avı ve onu yemek, size helâl
kılındı"[191] âyet-i kerimesidir.
Çünkü bu âyet-i kerime deniz hayvanlarının insanlar tarafından avlanarak
yakalananlarını İçerisine aldığı gibi kendiliğinden ölerek insanların eline
geçeni de kapsamına almaktadır.
Sünnetten delilleri
ise, "Bize iki ölü (hayvan) helâl kalındı: Birisi balık, diğeri
çekirge"[192] mealindeki hadis-i
şerifle, "Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir" mealindeki 83 numaralı
hadis-i şeriftir. Çünkü bu hadis-i şeriflerde, zahiren sebepsiz olarak ölüp de
su yüzüne çıkan balıkla, insanlar tarafından avlanarak veya zahirî bir sebeple
öldükten sonra ele geçen balıklar arasında bir ayırım yapılmamaktadır.
Hanefî ulemasının
delili ise mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifle Hz. Ali'nin, "Bizim
çarşımızda kendiliğinden ölüp de su yüzüne çıkan balık alışverişi
yapmayın" sözü ve İbn Abbas'ın, rivayet ettiği, "Deniz öldürdükten sonra
su yüzünde sürüklenip dururken bulduğunuz deniz hayvanlarını yemeyiniz"
mealindeki hadislerdir.
Aynî'nin de açıkladığı
gibi, mevzumuzu teşkil eden Câbir hadisi çeşitli rivayetlerle te'yid
edilmiştir.
Bu görüşte olan Hanefi
âlimlerine göre, aksi görüşe sahip olan fıkıh âlimlerinin delil olarak
sarıldıkları Mâide sûresi 96. âyetinde onların görüşlerini isbatlayan bir ifade
mevcut değildir.
Hidâye yazarı
Merginânî'nin açıkladığı üzere sahâbilerden bir topluluk da bu görüştedirler.[193]
3816... Câbir
b. Semüre'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
Bir adara (Medine'de,
siyah taşlarıyla meşhur olan) Hârre isimli yere ailesi ve çocuğu ile birlikte
konakladı. (Orada bulanan) başka bir adam (ona), "Benim (burada) devem
kayboldu, eğer bulursan onu yakala" dedi. Kısa bir süre sonra (o kimse bu)
deveyi buldu. (Fakat devenin) sahibi bulunamadı. Derken (elinde kalan) deve
hastalandı..Karısı ona "Bunu kes" dediyse de adam kabul etmedi. Deve
öldü. (Bu sefer kadın kocasına), "Bunu kes, yağını ve etini pastırma yapar
yeriz. (Çünkü biz çok açız, zaruret halindeyiz)"- dedi. (Adam): "(Hayır),
Rasûlullah (s.a)'a danışıncaya kadar (bunu kabul edemem)" dedi. Sonra
Rasûlullah (s.a)'a gelip bunu sordu. (Hz. Peygamber de):
"Senin yanında
seni buna muhtaç olmaktan kurtaracak (bir şey) var mı?" diye sordu. (Adam)
"Hayır" cevabını verdi, (Bunun üzerine);
"(Öyleyse) onu
yeyiniz" buyurdu.
(Tam o sırada devenin)
sahibi çıkageldi. (Adam da başından geçen) olayı anlattı. (Devenin sahibi
olayı öğrenince adama), "Onu kes-şeydin ya!" dedi. (Adam
da),'"Senden utandım (da kesemedim)" karşılığını verdi.[194]
3817...
el-Fücey' el-Âmirî'den rivayet olunduğuna göre;
Kendisi Rasûlullah
(s.a)'a gelip;
(Ey Allah'ın Rasûlu), bize
ölü (hayvan eti) helâl kılınmadı mı? demiş. (Hz. Peygamber de ona):
"t Sizin
yemeğiniz nedir." diye sormuş, (el-Fücey’de): "Akşamleyin bir
bardak, sabahleyin de bir bardak süt içeriz" cevabını vermiş.
(Musannifin hadis
rivayet ettiği kimselerden olan) Ebû Nuaym (künyesiyle tanınan el-Fazl b.
Dükeyn) dedi ki: Ukbe (b. Vehb) bana (metinde geçen) "İğtibâk"
kelimesini, sabahleyin bir bardak (süt içmek); "el-ıstıbah"
kelimesini de akşamleyin bir bardak (süt içmek) diye açıkladı.-
(Hz. Peygamber de):
"Yemin olsun ki
(bu hal) açlıktır. (İçilen bu kadarcık süt açlığı gidermeye yetmez)"
buyurmuş ve (bu halleri devam ettiği sürece, ölmeyecek kadar) o leşi
(yemelerini) onlara helâl kılmış.
Ebû Dâvûd dedi ki:
(Metinde geçen kelimesinin kökü olan) "el-ğabûk", gündüzün son
vakit(ler)idir. kelimesinin kökü olan) "sabûh" ise, gündüzün ilk
anlarıdır.[195]
Bu babda bulunan
hadis-i şerifler de insanların, açlık gibi bir zaruret halinde başkalarına ait
haram ligayrihi bir yiyeceği ve leş gibi haram liaynihi olan bir yiyeceği
yemelerinin caiz olduğunu ifade etmektedir.
Fıkıh âlimleri,
zaruret halinin çeşitli tariflerini yapmışlarsa da bu tarifler içersinde en
özlü olanı Mecelle şârihi Ali Haydar Efendi'nin yapmış olduğu şu tariftir:
"Bir kimse memnu'u tenâvül etmediği (almadığı) takdirde helaki müstelzim
olan (gerektiren) haldir."
Hattâbî bu hadisle
ilgili açıklamasında şöyle diyor:
"Sabahleyin ve
akşamleyin içilen bir bardak süt aslında insanın yaşamasını sağlamaya
yettiğinden burada zaruret hali söz konusu değildir. Ve dolayısıyla bu hadis-i
şerif insanın açlığını giderinceye kadar leş yemesinin helâl olduğuna delâlet
eder. Nitekim Mâlik b. Eıies bu görüştedir. İmam Şafiî'den gelen iki rivayetten
birine göre İmam Şafiî de bu görüştedir.
Gerçekten böyle yemeye
İhtiyacı olan bir kişiyi bundan menetmek, onu mubah olan bir fiilden menetmek
olacağı için asla caiz değildir. Bu görüştekilere göre; böyle bir kimsenin
durumu, nikahlamak için hür bir kadın bulamadığından zina etme tehlikesiyle
karşı karşıya kalan ve bu durumdan kurtulmak için bir cariye ile evlenmek
isteyen hür bir adamın haline benzer. Bu adamın, iffetini en aşağı seviyede
bile olsa korumuş olmak için cariyeyi nikahlaması nasıl menedilemezse, bütün
gıdası sabah ve akşam içtiği bir bardak sütten ibaret olan bir kimse de leş
yemekten menedilemez.
İmam Ebû Hanîfe'ye
göre ise, bir kişinin leşten yemesi ancak zaruret halinde caiz olur. Yani
leşten yemediği takdirde hayatını devam ettiremeyecek duruma düştüğü zaman bu
leşten yiyebilir ve sadece ölmeyecek kadar viyebilir. Zaruret haline düşmeyen
bir kimsenin leş yemesi caiz olmadığı gikendisini ölümden kurtaracak miktardan
fazla yemesi de caiz değildir. Şafiî imamlarından el-Müzenî de bu görüştedir.
Aynı görüş Hasan-i Ba-sî'den de rivayet edilmiştir."
Bezlü'l-Mechûd
yazarının, hocası Muhammed Yahya'dan naklettiği gibi, Musannif Ebû Dâvûd
herhalde bu hadis-i şerifleri burada mensub olduğu Şafiî mezhebinin bu
mevzudaki görüşünü te'kid etmek için zikretmiştir.
Bu hadislerde
başkasına ait bir hayvanı kesip yemenin helâl olabilmesi ve bir leşin
yenebilmesi için zaruret halinin bulunmasından bahsedilmemiş olmasını bu
mevzudaki görüşlerine bir delil saymak istemiştir. Bu hadis-i şeriflerden
böyle bir hüküm çıkarmak isteyenlere verilecek cevap şudur:
1- Her ne kadar
birinci hadiste, kişinin başkasına ait bir hayvanı kesip yemesi için yemediği
takdirde ölecek duruma düşmüş olması kaydı yoksa da bu hadisin umumi ifadesi
âyet ile kayıtlanmış ve ölümden kurtulacak kadar leş yiyen bir kimsenin leşten
daha fazla yemesinin haram olduğu âyet-i kerimede[196]
hükme bağlanmıştır. Binaenaleyh usûlde mukarrer olduğu veçhile sözü geçen
âyet-i kerimedeki kayıt mutlak olan bu hadisin hükmünü de kayıtlar.
2- Sabah
akşam birer bardak süt içen bir aileye leş yemeleri için ruhsat verildiğini
ifade eden ikinci hadisle ilgili cevap şudur:
Şurasını iyi kavramak
gerekir ki, hadis-i şerifte anlatılmak istenen sabah akşam içilen birer bardak
süt ailenin tümünün içtiği süttür. Yani ailenin tüm fertlerinin sabah akşam
aldıkları gıdanın tümü iki bardak sütten ibarettir, her birisi sabah akşam
birer bardak süt içiyor değildir. Bu durumda olan bir ailenin açlıktan ölme
tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunda ise şüphe yoktur.
Hadis sarihleri,
insana haram yemeyi mubah kılan açlık meselesiyle ilgili olarak şu yedi mesele
üzerinde durmuşlardır:
1) Haramı
muvakkaten helâl kılan açlığın ölçüsü nedir?
Cumhur ulemaya göre,
açlıktan dolayı haram yemenin muvakkaten de olsa caiz olabilmesi için, bu
açlığın devam etmesi halinde sahibini ölüme götürecek dereceye ulaşması
lâzımdır.
2) Bu duruma
düşen bir kimsenin haramdan yiyebileceği miktar nedir?
Hanefîlere göre bu
miktar zaruret haline düşen kimseyi ölümden kurtaracak kadar olan miktardır. Bu
mevzuda îmam Ahmed ve Şafiî'den gelen rivayetlerden meşhuru budur. İmam
Mâlik'ten gelen güvenilir rivayete ve İmam Şafiî ile îmam Ahmed'ten gelen
meşhur olmayan rivayete göre, bu-duruma düşen bir kimsenin haramdan karnını
doyuruncaya kadar yemesi caizdir.
3) Bu duruma
düşen kimsenin eline geçen bir haramdan yemesinin hükmü nedir? Farz mıdır,
mubah mıdır?
İmam Şafiî ve İmam
Ahmed'den gelen iki rivayetten daha sağlam görülenine göre farzdır. İmam Ebû
Hanîfe ve İmam Mâlik de bu görüştedirler. Ancak Ebû Yusuf'a göre mubahtır. Bu
görüş Şâfü ile İmam Ahmed'den de rivayet olunmuştur.
4) Bu hüküm
hem sefer hem de hazarda geçerli midir? Yoksa sefer haline mi münhasırdır?
Cumhuru ulemaya göre
bu hüküm hem sefer, hem de hazar hali için geçerlidir. İmam Ahmed'den bir
rivayete göre ise bu hüküm sadece sefer halinde geçerlidir.
5) İslâm
devletine isyan ederek sefere çıkıp da bu yolculuklarında zaruret derecesine
ulaşan bir açlığa düşen kimseler için de bu ruhsattan yararlanma hakkı var
mıdır, yok mudur?
Hanefî ulemasına göre
bu durumda olan kimselerin bu ruhsattan yararlanma hakları yoktur. Ancak İmam
Şafiî ile İmam Ahmed ve İmam Mâlik'e göre bu kimseler için de bu ruhsat
geçerlidir.
6) Bu duruma
düşen kimselerin leş yemeleri ile şarap içmeleri arasında bir fark var mıdır?
Hanefîlere göre bir
fark yoktur. Usûlüne göre her ikisinden de faydalanılabilir. İmam Mâlik ve
İmam Şafiî'ye göre ise şaraptan faydalanılamaz.
7) Bir
kimse, ileride düşeceği şiddeti açlık halini düşünerek eline geçen bir leşi
yanına azık olarak alabilir mi?
İmam Ahmed'den gelen
iki rivayetten en sahih olanına göre, bu durumda olan kimsenin eline geçirdiği
bu leşi yanma azık olarak alması caizdir. İmam Şafiî ile îmam Mâlik de bu
görüştedirler. İmam Ahmed'den gelen diğer bir görüşe göre ise caiz değildir.[197]
3818... İbn
Ömer'den rivayet olduğuna göre; Rasûlullah (s.a):
"(Şu anda) Önümde
esmer buğday (unun)dan (yapılmış); yağ ve sütle karışık beyaz bir ekmek
olmasını ne kadar arzu ederdim" demiş.
Bunun üzerine (orada
bulunan) cemaaten biri kalkıp bu ekmeği hazırlayıp (Hz. Peygamber'in önüne)
getirmiş. (Hz. Peygamber ekmeği görünce onu getiren zata):
"Bu (yağ) neyin
içerisinde (bulunuyor) idi?" diye sorunca;
Keler (derisin)den
(yapılmış) bir kap içerisindeydi, diye cevap vermiş.
(Bunu işiten Hz.
Peygamber):
"Onu (derhal
önümden) kaldır" buyurmuş.
Ebû Dâvûd dedi ki: Bu
hadis münkerdir.
Yine Ebû Davûd dedi
ki: (Senedinde bulunan) Eyyub, (Eyyub) es-Sahtiyânî değildir.[198]
Bu hadis-i şerif, bir
öğünde birden fazla katık yemenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Çünkü her ne kadar Hz.
Peygamber yağ ve sütle karıştırılmış olan bir ekmeği, sofradan kaldırtmışsa da
bunun sebebi, iki katığın bir arada bulunması değil, ekmekte bulunan yağın keler
derisinden yapılmış bir tulum içerisinde olmasıdır.
Hz. Peygamber yemeğin
önüne getirilmesiyle, onda çirkin bir koku duymuş olmalı ki hemen bu yemeğin
yağının nerede muhafaza edilmekte olduğunu sormuş ve gerçeği öğrenince yemeği
yememiştir.
Bu durum Hz.
Peygamber'in bir öğünde birden fazla yemek yemeyi caiz gördüğünü ifade eder.
"Ancak iki yemeği
birden yemenin caizliğinde ulema arasında ihtilâf vardır. Gerçekten de
seleften bazılarının bunu caiz görmediklerine dair bir rivayet vardır ama
onların bu görüşü kerahet-i tenzihiyyeye hamledilmiştir. Her ne kadar selef-i
sâlihîn, dinî bir maslahat bulunmaksızın çeşitli yemekler yemeyi alışkanlığa
ve gevşekliğe yok açabileceği endişesiyle pek iyi karşılamamışlarsa da, bir
sofrada birden fazla katık yemekte bu sakıncaların dışında bir sakınca
görmemişlerdir. Çünkü çeşitli yemekler yiyen kimselerin tüm organları bu
yemeklerden bir haz aldıkları ve şükrünü dile getirdikleri için çeşitli
yemekler yemekte bir sakınca olduğu söylenemez.
Hatta selef-i sâlihînin
de bir sofrada birden fazla yemek bulundurdukları bilinmektedir.
Burada önemli olan,
iki yemeği bir anda ağza koymamaktır. Yemeğin birinden alınan lokmayı
yutmadıkça diğerinden ağza almamaktır. Meselâ, etle ekmeği bir anda yiyen kimse
ağzındaki eti yutmadan ekmeği, ekmeği yutmadan da eti ağzına koymamalıdır.
Nitekim Türkler buna riayet etmektedirler. Çünkü bu Hz. Peygamber'in sünneti
idi."[199]
Esasen, "De ki:
Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haranı etti?"[200]
âyet-i kerimesiyle, Hz. Peygamber'in yaş hurma ile birlikte hıyar yediğini
ifade eden 3835 numaralı hadis ve tereyağı ile kuru hurmayı birlikte yemeyi
sevdiğini ifade eden 3837 numaralı hadis de bunu ifade etmektedir.[201]
Hadis-i şerifte söz konusu edilen keler yemenin hükmü ise 3793 numaralı
hadisin şerihinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Musannif Ebû Davud'un
bu hadisin münker olduğunu söylediği halde onu Sünen'ine almasının sebebine
gelince; Bezi yazarının da dediği gibi, Taberanî'nin zayıf bir senetle rivayet
ettiği, "Hz. Peygamberce, içinde bal ve süt bulanan bir kap
getirildiğinde; Ben iki katığı bir arada yemem ama başkalarının yemesini de
yasaklamam" dediğine dair zayıf bir hadisin zayıflığını isbatlamak için
olsa gerektir. Çünkü buradaki hadis iki yemeğin bir sofrada yenebileceğini
ifade ettiği için Taberanî'nin rivayet ettiği hadisin zayıflığını bir ölçüde
isbatlamaktadır.[202]
3819... İbn
Ömer'den rivayet olunmuştur; dedi ki:
Peygamber (s.a)'e
Tebük (seferin)de bir (parça) peynir getirildi. (Hz. Peygamber de) bir bıçak
istedi, sonra Besmele çekip (bıçakla peyniri) kesti.[203]
Peynir yemenin helâl
olduğunu ifade eden bu hadis-i şerif aynı zamanda) bir işe başlarken Besmele
çekmenin sünnet olduğuna, peyniri bıçakla kesmenin caiz olduğuna ve sütün
peynir olması için kullanılan mayanın temiz olduğuna da delâlet etmektedir.
Çünkü mayasız peynir olmayacağına göre, peynirin temiz olması mayanın da temiz
olmasını gerektirir.[204]
3820...
Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a):
“Sirke ne güzel
katıktır” buyurmuştur.[205]
3821...
Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a): "Sirke ne güzel
katıktır" buyurmuştur.[206]
Sirke de
Hz.Peygamber'in beğendiği ve övdüğü katıklardandır.Çünkü temini kolay ve
ekonomiktir. Kanaatkar insanların yediği bir katıktır.
Hattâbî, mevzumuzu
teşkil eden bu hadisi açıklarken şöyle demiştir:
"Hz. Peygamber
bir katık olarak sirkeyi överken aslında yemeklerde tutumlu olmayı, israftan ve
oburluktan kaçınmayı, nefsin var gücüyle yemeye sarılıp ona güvenmekten uzak
kalmasını övmüştür.
Fahr-i Kâinat
Efendimiz bu sözüyle sanki şöyle demiştir: "Sirkeyi ve sirke gibi ucuz ve
kolaylıkla temin edilen katıkları, diğer katıklara tercih ediniz. Fazla pahalı
yemekler yemeye kendinizi alıştırmayınız. Çünkü ağır yemekler şehveti artırır,
şehvet ise hem dine hem de vücuda zararlıdır." Hz. Peygamber'in sirkeyi
güzel bir katık olarak nitelendirmesi sebebiyle fıkıh âlimleri; hiç katık yememek
üzere yemin eden bir kimsenin ekmekle sirke yemesiyle yemininin bozulacağını
söylemişlerdir."
Bu mevzuda
Bezlü'l-Mechûd yazarı da şöyle diyor:
"Hattâbî'nin;
"bu hadiste övülmek istenen aslında yemeklerde iktisatlı olmaktır"
sözü; aslında burada övülmek istenen bizzat iktisattır, sirke ise dolaylı
olarak övülmektedir anlamına gelir. Nevevî ise; hadis-i şerifte övülmek
istenen bizzat sirkedir. İktisat, şehvetleri terk gibi dinî esaslar ise bu hadisle
değil başka hadislerle açıklanmıştır, diyor ki doğrusu da budur."
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadisler mana bakımından aynı oldukları halde Musannifin onları ayrı ayrı
rivayet etmesinin sebebi senetlerin farklı olmasıdır.[207]
1. Sirkeye
katık denebilir.
2. Sofraya
oturanları iştahlandırabilmek için yiyeceklerden söz edilebilir.
3. Bir şeyin
aslı değişince hükmü de değişir. Şıra şarap olunca pis ve haram olur, sonra
sirkeye çevrilince temiz ve helâl olur.[208]
3822...
Câbir b. Abdillah (r.a) Rasûlullah (s.a)'m;
"Sarımsak veya soğan
yiyen kimse bizden uzak dursun. -Yahutta mescidimizden uzak dursun- ve evinde
otursun" buyurduğunu söyledi.(Yine Câbir şöyle dedi):
Hz. Peygamber (s.a)'e
(bir gün) içinde taze sebze bulunan bir tabak getirildi de onda (çirkin) bir
koku duydu, (bu kokunun ne olduğunu) sordu. (Bunun üzerine) tabakta bulunan
sebzelerin neler olduğu kendisine haber verildi. (Tabaktaki sebzelerin neler
olduğunu anlayınca) yanında bulunan sahâbîlerden birine (işarette bulunarak);
"Bu sebzeleri şuna götürünüz" buyurdu. (O sahâbî de, Peygamber
(s.a)'in bu hareketini) görünce (bu sebzeleri) yemek istemedi.
(Hz. Peygamber):
"Sen ye,(benim
yemediğime bakma). Çünkü ben senin konuşmadığın kimselerle konuşuyorum"
buyurdu.
(Ravi Ahrnedb. Salih)
dedi ki: İbn Vehb, (metindegeçen) "bedr" kelimesini "tabak"
diye tefsir etti.[209]
3823... Ebû
Saîd el-Hudrî şöyle dedi:
Rasûlullah (s.a)'ın
yanında sarmısak ve soğandan bahsedildi ve;
Ey Allah'ın Rasûlü,
bunların hepsinin (içinde kokusu) en fazla olanı sarımsaktır. (Artık) sen onu
bize haram kılıyor musun? diye soruldu. Peygamber (s.a) de;
“Onu yiyiniz, (fakat)
onu yiyen kimse kokusu kendisinden gidinceye kadar şu mescide
yaklaşmasın" buyurdu.[210]
3824...
Huzeyfe'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a) üç defa şöyle
buyurmuştur:
"Kıbleye tüküren
kimse kıyamet gününde (Allah'ın huzuruna) tükürüğü iki gözünün arasında olarak
gelir. Kim de şu pis (kokulu) sebzeyi yerse (bizim) mescidimize
yaklaşmasın."[211]
3825... İbn
ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a):
"Şu bitkiden
yiyen kimse mescidlere yaklaşmasın" buyurmuştur.[212]
3826...
Muğîre b. Şu'be'den rivayet olunmuştur:
Bir gün sarımsak yiyip
(namaz kılmak üzere) Peygamber (s.a)'in mescidine varmıştım, (Ben) mescide girince
Peygamber (s.a) (herhalde benden) bir koku hissetti(ki), namazım bitirince;
"Her kim şu
(sarmısak ismi verilen) bitkiyi yerse kokusu (kendisinden iyice) gidinceye
kadar (mescidimize) yaklaşmasın" buyurdu.
Namazı tamamlayınca
yanma varıp;
Ey Allah'ın Rasûlü,
Allah için elini bana vereceksin, dedim. (Elini lütfedip bana verdi, ben de)
elini (tutup) yenimin arasından göğsüme götürdüm. O sırada ben göğsü sarılı
idim. (Göğsümün sarılı olduğunu anlayınca);
"Senin özrün
var" buyurdu.[213]
3827...
(Muaviye b. Kurre'nin) babasından rivayet olunduğuna göre;
Peygamber (s.a)
(sarmısak ve soğan diye bildiğimiz) şu iki bitkiyi yasaklamış ve şöyle
buyurmuştur:
"Bunları yiyen
mescidlerime yaklaşmasın. Eğer mutlaka yemeniz gerekiyorsa pişirmek suretiyle
onlar (da bulunan ağır kokular) i gideriniz (de ondan sonra yiyiniz)."
(Bu hadisin ravisi
Muaviye) dedi ki: (Hz. Peygamber, "iki bitki" kelimesiyle) soğan ve
sarmısağı kasdetmiştir.[214]
3828...
Şüreyk (b. Hanbel)'den rivayet olunduğuna göre; Ali (a.s):
"Pişirilmiş
olması dışında sarımsağın yenmesi yasaklanmıştır" buyurmuştur.
Ebû Dâvûd dedi ki:
(Senette ismi geçen) Şüreyk '(ten maksat, Şüreyk) b. Hanbel'dir.[215]
3829... Ebû
Ziyâd Hıyar b. Seleme'den rivayet olunduğuna göre; Kendisi Âişe (r.anha)'ye
soğanı sormuş da (Hz. Âişe): "Rasûlullah (s.a)'in yediği son yemek, içinde
soğan olan bir yemekti" cevabını vermiş.[216]
Her ne kadar Arapçada,
"Şecer" kelimesinin gövdesi ve dalı olan ağaçlar için kullanıldığı bilinmekte
ise de efsahu'l-fusahâ olan Fahr-i Kâinat Efendimiz'in bu kelimeyi soğan ve
sarmısak için de kullanması; bu kelimenin gövdesi, dalı budağı olmayan sarmısak
ve soğan gibi bitkilere de şamil olduğunu gösterir.
"Bedr"
kelimesi ise, aslında dolunay anlamına geldiği halde burada ay gibi yuvarlak
olması sebebiyle mecazen "tabak" anlamında kullanılmıştır.
kelimesi, "göğsü
isâbe, yani sargı ile sarılı" demektir.
İbnü'l -Esîr'in
en-Nihâye isimli eserinde açıkladığı gibi, araplar acıkıp da açlıklarını giderecek
bir çare bulamadıkları zaman karınlarına bir sargı bağlayıp sargının altına
birtaş koyarlardı. Aşağıda da açıklayacağımız gibi burada karnı sanlı denmeyip
göğsü sanlı dendiğine göre bu sargıyı sarmanın sebebinin karın açlığı olmayıp
tansiyon yükselmesi gibi kalp atışlarının düzensizliği ile ilgili bir
rahatsızlık olması gerekir. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimizin, "Senin
mazeretin var" buyurması da bunu gösterir.
Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre, 3822 numaralı hadis iki ayrı hadisi ihtiva etmektedir.
Ancak her iki hadis de birbiri ile ilgili oldukları ve ravileri de aynı olduğu
için bir arada ve bir senet altında rivayet edilmişlerdir.
Aslında hadisin
başından kelimesine kadar olan kısımda zikredilen olay Hayber'de; daha aşağı
kısımda zikredilen olay da hicretin ilk zamanlarında olmuştur ki iki olay
arasında en az altı yıl vardır.
Bu, hicretin ilk
zamanlarında Hz. Peygamber'e sarmısak yemenin hükmü ile ilgili olarak soru
yöneltilmesi hadisesi Hafız İbn Hacer'e göre Hz. Peygamberdin Ebû Eyyub el-Ensârî'nin
evinde kaldığı sırada ve onun evinde olmuştur.
Görüldüğü gibi bu
gelen hadisler sarmısak yemenin yasaklandığını İfade etmektedirler.
Ancak hadisler bazı
Zâhirîlerce farklı anlaşıldıklarından onlar sarmısak yemenin hükmü konusunda
farklı bir neticeye vararak çiğ sarmısak yemenin haram olduğunu
söylemişlerdir. Bunların dışında kalan fıkıh ulemasına göre, çiğ sarmısak yemek
haram değil mekruhtur. Bu kerahatin illeti insanlan rahatsız eden kokusudur.
Hatta Câbir'den gelen, "İnsanların rahatsız olduğu şeyden melekler de
rahatsız olur"[217]
meâlindeki hadis-i şerifte de ifade edildiği üzere bu koku sadece insanlara
ulaşmakla kalmaz meleklere kadar ulaşır.
Nitekim 3822 numaralı
hadis-i şerifte geçen, "Çünkü ben senin konuşmadığın kimselerle konuşurum"
mealindeki cümlede meleklerin sarmısak kokusundan rahatsız oldukları ifade
edilmektedir.
'Sarımsağın haram
olmadığının delili ise, "Ey cemaat, Allah'ın bana helâl kıldığı bir şeyi
haram etmek benim elimde değildir. Şu var ki ben bu bitkinin kokusundan hoşlanmıyorum[218]
meâlindeki hadistir.
Çiğ sarımsağın hükmü
böyle olmakla beraber pişmişi mekruh değildir. Nitekim 3827-3829 numaralı
hadislerin üçü de bunu açıkça ifade etmektedir. Merhum Ahmed Naim Efendi'nin
açıklamasına göre, "soğan, pırasa, turp gibi fena kokulu sebzeler de
sarmısak gibidir."[219]
Nil.ekim 3822 numaralı hadis ile, "Rasûlullah (s.a) soğan ve pırasa
yemeyi yasakladı"[220] mealindeki
hadis-i şerif ve Tabaranî'nin Câbir'den rivayet ettiği bir hadis-i şerif[221] de
bunu ifade etmektedir.
İmam Mâlik'den rivayet
olunduğuna göre, turp kokusu duyulursa sarmısak gibidir. Mâlikî fukahasından
Kadı Iyâz, "geğirme ile kokusu çıkarsa" kaydını koymuştur.
Binaenaleyh sarmısak
gibi çirkin kokulu sebzeleri çiğ olarak yemek mekruhtur. Bunları yiyenler
kokuları kayboluncaya kadar, mescide giremezler. Zâhirİyye ulemasına göre, bu
gibi sebzeleri yemek cemaati terke sebebiyet vereceğinden haramdır.
Sarmısak gibi fena
kokulan yiyen kimselerin, bu koku kendilerinden gidinceye kadar mescide
gitmeleri caiz olmadığı gibi, ilim ve zikir meclisi gibi toplantılara
gitmeleri de caiz değildir. Mescidin çevresi de bu mevzuda mescid gibidir.
Ancak bu nehiy sokağa, çarşı ve pazara şamil değildir.
Kadı Iyaz,
"Cemaatte hazır olanların hepsi de bu gibi sebzeleri yemiş iseler bu
kerahat kalkar" demiş ise de aslında mescid boş olsa bile melâike-ye
hürmet etmek gerekir.
Bu gibi sebzeleri
yiyenlerin mescide girmelerinin yasaklanması sebebi, oradaki insanları ve
melekleri rahatsız etmek olduğundan, kıyas yoluyla; ağzı ve yarası ağır
kokanların, kasap, balıkçı, cüzzâmlı, alaca hastalığına yakalanmış kimselerin
cemaata devam etmemelerine fetva verilmiştir.[222]
3824 ve 3825 numaralı
hadislerde sarmısak yiyenin mescidlerden uzak durması emredildiğinden
mescidlerle ilgili bu emrin sadece Hz. Peygamber'in mescidine mahsus olmayıp
bütün mescidlere şamil olduğu anlaşılır.[223]
1. Çığ
sarmısak yiyerek mescide gelmek mekruhtur.
2. Sarmısak
gibi kerih kokan soğan, pırasa, turp gibi şeyler de sarmısak hükmündedir.
3. Sarmısak
ve benzeri sebzeleri yiyenler mescide gelmemelidirler.
4.
Hadislerde sarmısakla soğanın zikredilmesi çok yenildikleri içindir.
5. Ulemadan
bazıları bu hadisi delil göstererek cemaata devamın farz olmadığını
söylemişlerdir.
6. Sarmısak
soğan gibi şeyleri yemek cemaati terk hususunda özür sayılabilir.[224]
3830...
Yusuf b. Abdullah b. Selâm'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur;
Ben Peygamber (s.a)'i,
bir ekmek parçası alıp üzerine de bir hurma koymuş (olduğu) halde:
"Bu bunun
katığıdır" derken gördüm.[225]
3831... Âişe
(r.anha)'dan rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a):
“İçinde hurma
bulunmayan bir evin halkı açtır" buyurmuştur.[226]
Tıybî'nin açıklamasına
göre, kuru hurmanın başlı başına bir yemek olduğu bilindiği fakat onun bir
katık olarak yendiği halk arasında bilinmediği halde burada ondan katık diye
bahsedilmesi, onun müstakil bir yiyecek olmakla beraber katık olarak da yenmeye
müsait bir yiyecek olduğunu gösterir.
Bir başka ifadeyle
Bezi yazarının da dediği gibi, hurma aslında yalnız başına yenen müstakil bir
yiyecek olmakla beraber ondan katık diye bahsedilmesi mecaizdir.
3831 numaralı hadİs-İ
şerifte, içerisinde hurma bulunmayan bir ev halkının aç olduğundan
bahsedilmesi; bütün geçim kaynağını hurma teşkil eden Medineliler içindir.
Çünkü Hz. Peygamber devrinde Medinelilerin yegâne geçim kaynağı hurma idi,
hurması olmayan bir aile açtı. Hz. Peygamber bu sözüyle o günkü Medine halkının
ekonomik yapısını dile getirmiş olabilir.
Tıybî'nin açıklamasına
göre ise, Hz. Peygamber bu sözü ile ülkelerinde bol hurma yetişen milletleri
hurmanın kıymetini bilmeye ve kanaatkar olmaya davet etmek istemiş de
olabilir.
Bazıları da, "Hz.
Peygamber bu sözüyle hurmanın diğer meyveler arasındaki üstünlüğünü ifade
etmek istemiştir" dediler.[227]
3832... Enes
b. Mâlik (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Peygamber (s.a)'e (geçen
seneden kalma) ekşimiş bir hurma getirildi de (içinde bulunan kurtlan) çıkar(ip
at)mak üzere bu hurmayı iyice bir gözden geçirmeye başladı.[228]
3833...
İshak b. Abdillah b. Ebî Talha'dan rivayet olunduğuna göre;
Peygamber (s.a)'e
(bazen) içinde kurt bulunan hurmalar getiriirdi de... (Ravi İshak sözlerine
devam ederek bir önceki hadisin manasını (ifade eden sözler) söyledi.[229]
Bu hadis-i şerifler
içindeki kurtları çıkarmadan kurtlu hurma yemenin caiz olmadığını ifade
etmektedir. Çünkü kurtar pistir. Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'inde, "...Onlara
güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar"[230]
âyetiyle pis şeyleri haram kılmıştır. Bu mevzuda Aliyyü'I-Kârî şöyle diyor:
"Taberanî, hasen
bir senetle İbn Ömer'den Hz. Peygamber'in hurmaların içinde kurt araştırmayı
yasakladığına dair merfû bir hadis[231]
rivayet etmişse de bu hadis yeni hurmalar hakkındadır ve vesveseyi önlemek içindir.
Hurmayı gözden geçirmeden yemenin caiz olduğunu bildirmek için de öylemiş
olabilir."
Bezlü'l-Mechûd yazan
ise şöyle diyor:
"Her ne kadar
Aliyyü'1-Kârî böyle demişse de, hadis-i şerifte kurtlu hurmaları yemenin
mekruh olduğu bildirildiğine göre; içinde kurt bulunması ihtimali kuvvetli
olan bir hurmayı iyice kontrol etmeden yemenin mekruh olması fakat içinde kurt
bulunması ihtimali zayıf olan bir hurmayı kontrol etmeden yemenin ise caiz
olması, içinde kurt bulunduğu kesin olarak bilinen bir hurmayı ayıklamadan
yemenin de haram olması gerekir. Bunun caiz ve tenzihen mekruh olduğu
söylenemez."[232]
3834... İbn Ömer'den
rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a), (iki hurmayı) birleştirerek
yeme) yi yasakladı ve: "Ancak (sofrada bulunan yemek) arkadaşlarının izin
vermeleri müstesnadır" buyurdu.[233]
İmam Nevevî bu hadisi açıklarken
şu görüşlere yer veriyor: "Bu hadisteki iki hurmayı birden yemekle ilgili
yasağın hükmü üzerine ulema ihtilâfa düşmüştür. Bazıları bu yasağın haram ifade
ettiğini ileri sürerken, bazıları kerahat ifade ettiğini, bazıları da bu yasağa
uymanın âdabtan olduğunu ileri sürmüşlerdir. Doğrusu ise bu yasakla ilgili
hüküm, duruma göre değişir.
Eğer hurma sofrada
bulunan kimselerin ortak malı ise sofrada bulunan cemaatin tümünün rızası
olmadıkça iki hurmayı birleştirerek yemek haramdır. Cemaatin rızaları, açıkça
söylemek yahut sarahat yerini tutacak bir karine veya nazı geçme gibi bir
şeyle olabilir. Hepsinin razı olup olmadığında şüphe varsa çifter çifter yemek
haramdır.
Yiyecek içlerinden
birine ait olursa yalnız onun rızası şarttır. Onun rızasını almadan ikişer
yemek haramdır. Fakat yiyecek sahibinin ikişer ikişer yemesi caizdir. Bununla
beraber sofrada bulunan kimselerden izin alması müstehabtır. Eğer yiyecek azsa
ev sahibinin misafirlerle beraber, eşit olarak yemiş olmak için, ikişer ikişer
yemekten kaçınması iyi olur. Yemek artacak kadar çok ve acele yemeyi gerektiren
bir işi varsa o zaman ikişer ikişer yemekte bir sakınca yoktur. Ancak edeb,
açgözlülük ifade eden bu tür davranışlardan kaçınmayı gerektirir."
Hattâbî, "Hurmayı
veya başka bir yiyeceği ikişer ikişer kaldırarak yemenin yasaklanması,
müslümanhğm ilk devirlerinde yiyecek sıkıntısı çekildiği dönemlere aittir.
Bugün bu sıkıntı geçtiğinden söz konusu yasak da yürürlükten kalkmıştır”
demişse de İmam Nevevî, Hattâbî'nin bu görünüşünü reddederek kendi görüşünün
doğru olduğunu beyan etmiştir.[234]
3835...
Abdullah b. Ca'fer'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a), hıyar ile yaş
hurmayı birlikte yermiş.[235]
3836... Âişe
(r.anha)'dan rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) karpuzla yaş hurmayı
birlikte yerdi ve;
"Şunun sıcağını
şunun soğuğuyla, şunun soğuğunu da şunun sıcağıyla kırıyoruz" buyururdu.[236]
3837...
Büsr'ün Sülem kabilesine mensub (Abdullah ve Atiyye isimlerindeki) iki oğlundan
rivayet olunmuştur; dediler ki:
Rasûlullah (s.a) (bir
gün) yanımıza geldi. (Kendisine) tereyağı ve kuru hurma ikram ettik. Tereyağı
ile kuru hurmayı (birlikte yemeyi çok) severdi.[237]
Kıssa: Acur ve hıyar
manalarına geldiği için burada bu iki manadan biri kastedilmiş olması gerekir.
el-Bittîh: Kavun ve
karpuz anlamına geldiği gibi kendisinden sonra ah-dar (yeşil) sıfatı
getirilirse karpuz, asfarr (sarı) sıfatı getirilirse kavun anlamına gelir.
Ancak Hafız Ibn Hacer,
bir hadis-i şerifte[238] Hz.
Peygamber'in kavunla hurmayı birleştirerek yediğinden bahsedilmesine bakarak,
burada bu kelimeyle karpuz değil kavun kastedilmiş olması gerektiğini
söylemektedir.
Fakat kavundaki
soğukluk özelliği karpuzda da bulunduğundan burada bu kelimeyle karpuz ve
kavun kastedilmiş olması neticeyi değiştirmiş olmaz.
Bu hadis-i şerifler
bir yemekte iki çeşit meyve veya sebze yemenin caiz-liğine delâlet etmektedir.
İmam Kastalânî'nin
açıklamasına göre, ulema bir yemek vaktinde iki çeşit sebze veya meyve yemenin
caizliğinde ittifak etmişlerdir.
Şurasını da ifade
etmek isteriz ki bu bab ile 37. babı karıştırmamak gerekir. Çünkü bu babda
işlenen, bir yemek vaktinde iki çeşit sebze veya meyve yemek konusudur. 37.
babda işlenen ise bir yemek vaktinde iki çeşit yemek yeme konusudur.[239]
3838...
Câbir (r.a)'den şöyle dediği rivayet olunmuştur: Rasûlullah (s.a) ile birlikte
savaşa çıkar (ve savaşta) müşriklerin (yemek) kaplarından ve su kaplarından
bazılarını ele geçirirdik. (Yemek pişirirken ve su içerken) onlardan
yararlandık. Bu hareketimizden dolayı (Hz. Peygamber) bizleri hiç ayıplamadı.[240]
3839... Ebû
Sa'lebe el-Huşenî'den rivayet olunduğuna göre;
Kendisi Rasûlullah
(s.a)'a:
Biz (bazen) ehl-i
kitapla karşılaşıyoruz, tencerelerinde domuz (eti) pişiriyorlar, bardaklarında
şarap içiyorlar. (Bu durumda bizim onların kaplarım kullanmamız caiz olur mu)?
diye sormuş. Rasûlullah (s.a) da:
"Eğer onlardan
başka kaplar bulursanız bulduğunuz kaplarda yiyiniz içiniz. Fakat başka kaplar
bulamazsanız onların kaplarını suyla yıkayınız ve (onlarda) yiyiniz,
içiniz" buyurmuş.[241]
Hattâbî'nin
açıklamasına göre, 3838 numaralı hadis-i şerif müşriklerin yemek ve su
kaplarından yemek yemenin ve su içmenin caizliğini ifade etmekle beraber,
aslında bu cevaz mutlak değildir. Bu bakımdan söz konusu cevazın 3839 numaralı
hadiste yeralan "başka bir kap bulamama" ve bir de "yıkama"
şartlarıyla kayıtlı olduğunu unutmamak gerekir. Binaenaleyh müşriklerin
kaplarını kullanmanın caiz olabilmesi için onlardan başka bir kap bulamamış
olmak, ikinci olarak da onları temiz su ile iyice yıkamak şarttır.
Onların suları ile
elbiselerine gelince; eğer onlar pislikten sakınmayan, elbise temizlemede idrar
kullanan kavimlerden değillerse suları ve elbiseleri temiz sayılır. Aksi
takdirde pislik değmediği kesin olarak bilinmedikçe pis sayılır.
Bezlü'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre, Şerhu'1-İkna' isimli eserde şöyle deniyor:
"Eğer bu
müşrikler ibadetlerini bir takım necasetler kullanarak yapmıyorlarsa onların
kaplarını kullanmak caizdir. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz, müşrik bir
kadının yolculukta kullandığı bir su kabından abdest almıştır."
Hz. Peygamber'in
hicret yolculuğu esnasında Hz. Ebû Bekir'in müşrik bir çobana sağdırdığı sütü o
çobanın kabından içmesi de bunu gösterir.
Muğnî yazarı İbn
Kudâme, mecûsilerle puta tapanların ehl-i kitap olmadıklarını söylemiş; Mâlikî
ulemasından Kâdî de onların yemeklerinin ve yedikleri etlerin ölü hayvan
etinden hâli olmayacağı cihetle onların kullandıkları kapları kullanmanın caiz
olmayacağını bildirmiştir.
Ebu'l-Hattâb ise bu
mevzuda ehl-i kitapla ehl-i kitap olmayan müşrikler arasında bir fark
görmemiştir ki İmam Yâfiî'nin görüşü de budur. Delili ise Hz. Peygamber'in ve
sahâbîlerinin müşrik bir kadının yolculukta kullandığı su kabından abdest
almalarıdır. Ahmed b. Hanbel'in bu mevzudaki görüşü de Kâdî'nin görüşü
gibidir.
Hanefî ulemasından
el-Aynî de bu mevzuda şöyle diyor: "Aslında ehl-i kitap ile mecusilerin kapları
temizdir. Bununla beraber yıkanması müstehaptır. Pis olduklarının kesin olarak
bilinmesi halinde bu kapları yıkamak icab eder."
Nitekim 3839 numaralı
hadiste, "Onlar tencerelerinde domuz pişiriyorlar... (onların kaplarını
kullanalım mı)?" sorusuna karşılık Hz. Peygamber'in,"Başka bir kap
bulamazsanız onları yıkayınız ve onlardan yiyiniz, içiniz"
karşılığını vermesi de
bu görüşü teyid eder.
Bu hususta Ahmed
Davudoğlu ise şöyle demektedir: "Bu tafsilat, başka kap bulunduğu zaman
ehl-i kitabın kaplarım kullanmanın mekruh olmasını iktiza eder. Halbuki fukaha
ehl-i kitabın kaplarından başkası bulunsun bulunmasın, yıkamak şartıyle bu
kaplardan yiyip içmenin kerahatsiz caiz olduğunu söylemişlerdir.
Bu meselenin cevabı
şudur: Yasaklanmadan murad içerisinde domuz eti pişirilen kaplarla şarap
kaplarıdır. Bunlar yıkandığı halde kullanılmasının yasak edilmesi,
iğrençliğinden ve pislik konmak için hazırlanmış olduklanndandir. Fukahamn
muradı ise, küffârın ekseriyetle necasette kullanmadıkları kaplardır."[242]
3840...
Câbir (r.a)'den rivayet olmuştur; dedi ki:
Rasûlullah (s.a) bizi
(Habat gazasına) göndermişti. Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'i da başımıza komutan
tayin etmişti. Kureyş'in bir kervanı ile karşılacaktık. Bir dağarcık hurmayı
bize azık olarak vermiş, verecek başka bir şey de bulamamıştı.
Ebû Ubeyde b.
el-Cerrah, her birimize bu hurmalardan (sadece) birer tane veriyordu. Biz de
onu çocuğun meme emdiği gibi emiyorduk, sonra da üzerine bir su içiyorduk. Bu
bize o gün geceye kadar yetiyordu. Bir de sopalarımızla (selem) ağac(ınm)
yaprağına vuruyorduk; (düşen) yaprağı su ile ıslatıp yiyorduk. (Nihayet)
denizin kenarına vardık. (Denizin kıyısında) kum yığını gibi büyük bir cisim
yükselmeye başladı. Yanına vardığımız zaman bir de ne görelim, anber denilen
balıkmış. Ebû Ubeyde (onu görünce); "Bu bir leştir ve bize helâl
değildir" dedi. Sonra, "Hayır, biz Rasûlullah (s.a)'ın elçileriyiz ve
Allah yolunda (sefere çıkmış durumda)yız; ve siz buna şiddetle muhtaçsınız.
Binaenaleyh (bunu) yiyiniz" dedi. Biz orada bir ay kadar kaldık. Üç yüz
kişi idik. Hatta bu balıktan yiye yiye semizleşmiştik. (Rasûlullah) (s.a)'a
dönünce bu durumu ona anlattık.
"O Allah'ın sizin
için çıkardığı bir rızıktır. Yanınızda onun etinden biraz var mı ki ondan bize
de yediresiniz" buyurdu.
Bunun üzerine biz
(ondan bir kısmım) gönderdik, (Hz. Peygamber de onu) yedi.[243]
Hadis-i şerifte
anlatılan hâdise, hicretin 8. senesinde yapılan Sîfu'1-Bahr (deniz kenarı)
gazvesi diye anılan sefer sırasında vuku bulmuştur. Sefer sırasında sahâbiler
açlıktan ağaç yaprakları yedikleri için bu askerlere Ceyşü'l-Habat (yaprak
askerleri) ve bu sefere Habat Gazvesi de denir.
Bu sefer müslümanlarla
savaş halinde bulunan Cüheynelilerle çarpışmak ve müslümanlarla barış halinde
bulunan Kureyşlilere ait bir kervanı Cü-heynelilere karşı korumak için
yapılmıştır.
Gerçi Hudeybiye
Muahedesi, Kureyş kervanını korumak vazifesini müs-lümanlara yüklemiyordu ama
Kureyş kervanının Cüheynelilerin eline geçmesi bunları güçlendireceği için
müslümanlar bu kervanın onların eline geçmesini önlemek mecburiyetinde idiler.[244]
Bezlü'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre, ihtimal ki Ebû Ubeyde ve etrafındaki sahâbîler,
ölü hayvan eti yemenin haram olduğunu biliyorlar, fakat deniz hayvanlarının
ölüsünü yemenin helâl olduğunu bilmiyorlardı. Sonradan, kendilerinin zaruret
halinde bulunduklarını göz önünde bulundurarak bu yolculukta onu
yiyebileceklerine hükmettiler ve yediler. Hz. Peygamber, o balıktan yemek
suretiyle ölü balık etinin zaruret hali olmadan da yenilebileceğini göstermiş
oldu.
Eğer zaruret haline
binaen böyle bir ictihadda bulunmuş olsalardı, "zaruretler kendi
miktarlarınca takdir olunurlar"[245]
kaidesince ondan doyasıya yememeleri gerekirdi diye itiraz edilirse;
"Onlar Allah yolunda ve Allah ve Rasûlünün hizmetinde bulundukları sürece
bundan doyasıya yiyebileceklerine dair ictihadda bulunarak böyle hareket etmiş
olabilirler" şeklinde cevap verilebilir.
Esasen 3817 numaralı
hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi, zaruret halinde bulunan bir kimsenin
açlığını giderinceye kadar leşten yiyebileceğini söyleyen fıkıh âlimleri de
vardır. Bu yönüyle bu hadis-i şerif bu görüşte olan ulemanın görüşünü teyid
etmektedir.
Bu mevzuda gelen
hadislerde, söz konusu sefere katılan sahâbilerin yanlarına aldıkları
yiyecekler konusundaki rivayetler çeşitlidir. Kimisinde "yiyeceklerimizi
boynumuzda taşıyorduk"[246]
derlerken, kimisinde "Ebû Ubeyde yiyeceklerini bir kaba topladı"[247]
kimisinde de, "bize birer tutam verdi, sonra birer hurma vermeye başladı"[248]
denilmektedir.
Kadı Iyaz bu
ifadelerin arasını şöyle uzlaştirmıştır: "Peygamber (s.a) bu zevatın
yanlarında olan yiyeceklerinden başka kendilerine bir kap kuru hurma vermişti.
İhtimal ki onların yiyecekleri arasında bu dağarcıktan başka hurma yoktu. Ebû
Ubeyde'nin onlara birer hurma vermesi yanlarındaki yiyecekler bittikten
sonradır."[249]
1. Orduya
mutlaka bir komutan lâzımdır.
2. Asnab-ı
kiram son derece kanaatkar ve sabırlı idi.
3. Peygamber
zamanından sonra da olduğu gibi onun zamanında da ictihad yapmak caizdir.
4. Denizde
yaşayan hayvanların ölüsü mubahtır. Balık hususunda söz yoksa da denizde
yaşayan diğer hayvanlar hakkında ihtilâf vardır.
İmam A'zam'a göre
balıktan başka deniz hayvanı yenmez; balığın da sebepsiz öleni yenmez.
Şâfiîlere göre kurbağa yenmez. Çünkü öldürülmemesi hakkında hadis vardır.
Kurbağadan maada hayvanların yenilip yenilmeyeceği hususunda üç vecih vardır.
Essah olan veçhe göre hepsi yenir.
Kurbağadan gayri deniz
hayvanlarının etlerini yemenin mubah olduğu Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve İbn
Abbas (r.a)'dan rivayet olunmuştur. İmam Mâlik'e göre kurbağa da dahil olmak
üzere bütün deniz hayvanları yenir.[250]
3841...
Meymûne (r.anha)'den rivayet olunduğuna göre;
Bir fare yağ içine
düşmüş ve (hâdise) Peygamber (s.a)'e haber verilmiş. Bunun üzerine
(Rasûlullah);
"(Fareyi ve)
etrafını atınız ve (kalan kısmı) yiyiniz" buyurmuştur.[251]
3842... Ebû
Hureyre(r.a)'denRasûlulllah (s.a)'m şöyle dediği rivayet olunmuştur:
"Yağ içine bir
fare düştüğü zaman (bakınız) eğer (yağ) sıvı ise ona yaklaşmayınız."
(Bu hadisin ravisi)
Hasen (b. Ali) dedi ki: Abdürrezzak (şöyle) dedi: "Bu hadisi genellikle
Ma'mer ZührVden o da Übey b. Abdullah'dan o da Meymûne (r.anha)'dan o da
Peygamber (s.a)'den rivayet etmiştir.”[252]
3843...
İbnü'I-Müseyyeb'den rivayet edilen bir önceki Zührî hadisinin bir benzerini de
Ahmed b. Salih ile Abdürrezzak (şu senetle) rivayet ettiler: Abdurrahman b.
Bûzeveyh, Ma'mer, ez-Zührî, Ubeydullah b. Abdullah, İbn Abbas, Meymûne,
Peygamber (s.a).[253]
Hattâbî, bu hadis-i
şerifleri açıklarken şöyle diyor:
"Metinde geçen
"ona yaklaşmayınız" sözü iki manaya
gelebilir:
1) İçine
fare düşen erimiş bir yağa asla yaklaşmayınız. Binaenaleyh onu yiyip içmek caiz
olmadığı gibi aydınlanmak için lamba gazı olarak ya da gemileri yağlamakta yağ
veya boya olarak kullanmak veya satmak da caiz değildir.
2) Böyle bir
yağı sakın yeme ve içmede kullanmayınız, ama yeme ve içmenin dışında ondan
faydalanabilirsiniz."
Tuhfe yazarı da bu
mevzuda şu görüşlere yer veriyor: "Bu hadis-i şerif, suyun dışındaki
sıvıların, az olsun veya çok olsun, içlerine bir fare düşmekle pisleneceklerine
delâlet etmektedir.
Ancak su böyle
değildir. Çünkü az sular içlerine fare düşmekle pislenirlerse de çok sular
farenin düşmesiyle renklen, kokulan ve tatlarında bir değişme olmadıkça
pislenmezler.
Zeytinyağına gelince, içine
fare veya başka bir pislik düşerse onun da pisleneceğine ve bu haliyle
yenmeyeceğine ulema-ittifak etmişlerdir. Fakat böyle bir zeytinyağını satmanın
caiz olup olmadığı ulema arasında ihtilaflıdır. Ulemanın ekserisine göre onu
satmak da caiz değildir. Ancak İmam Ebû Hanîfe, onun satışını caiz
görmüşlerdir. Ondan yeme içme dışında faydalanmanın caiz olup olmadığı
meselesi de ulema arasında ihtilaflıdır. Ulemadan bir topluluk, "ona
yaklaşmayınız" sözüne bakarak, ondan başka türlü faydalanmanın da yasak
olduğunu söylemiştir. İmam Şafiî'nin bu mevzuda ileri sürdüğü iki farklı
görüşten biri böyledir.
Ulemadan diğer bir
topluluğa göre ise ondan aydınlanmada lamba gazı, boyacılıkta yağ olarak
faydalanmak caizdir.
İmam Ebû Hanîfe'nin
görüşü böyle olduğu gibi, İmam Şafiî'den gelen rivayetlerin en sağlamı da
böyledir."[254]
Hanefî mezhebinde
içerisine pislik düşen sıvıların temizlenmesi için bir de kaynatma ve oyma
yolları vardır ki bunu merhum Mehmed Zihni Efendi şöyle anlatır:
"Yüzeyi yüz arşından
küçük olan sıvı maddelere necaset isabet etmesinde; meselâ pekmez, bal ve süt
gibiler üç defa kendi misli kadar su ile kendi miktarları kalıncaya kadar
kaynatmakla temizlenir.
Oyarak temizleme: Bu
türlü temizlik donmuş yağ gibilerde yapılır. Donmuş olan yağ ve ağda gibilere
necaset isabet ettiğinde yalnız orası pislendiğinden çevresiyle birlikte
oyularak alınıp atılır. Gerisi temiz kalır.
Yağın sıvısı
katısından çok oldukça necasetin dokunması hepsini pislendirmiş olacağından
ancak su ile yıkanarak temizlenir. Pekmez gibi olanlar ise kaynatılarak
temizlenir. Meğer ki^ağ ve pekmez havz-ı kebir büyüklüğünde ola. O takdirde
havz-ı kebir hükmüne göre amel edilir."[255]
Bezlü'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre; "Eğer farenin düştüğü anda yağın erimiş halde
mi katı halde mi yoksa yarısı katı yarısı sıvı halde mi olduğu kesin olarak
bilinmiyorsa farenin yağa, katı iken düştüğü kabul edilir. Çünkü Hz.Peygamber
böyle yapmıştır.
Bir pisliğin bir yağın
içine ne zaman düştüğü bilinmediği zaman ise, "Bir emr-i hadisin akreb-i
evkatma izafeti asıldır"[256]
kaidesine uyularak o anda düşmüş olduğuna hükmedilir."[257]
3844... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Birinizin (içinde
sulu yemek bulunan) kabına kara sinek düştüğü vakit onu (tamamen yemeğin
içine) batınniz. Çünkü onun bir kanadında hastalık (yapan mikrop), diğerinde de
şifa vardır ve o (tehlikelerden) içinde hastalık bulunan kanadıyla korunur.
(Bu nedenle yemeğe bu kanadıyla düşer, diğer kanadı ise dışarda kalır).
Binaenaleyh (şifalı kanadındaki şifayı yemeğe bırakarak öbür anadıyla bıraktığı
hastalığı tesirsiz hale getirmek için) onun her tarafını (yemeğe)
batırınız."[258]
Bu hadis-i şerifi
açıklarken Hattâbî şöyle diyor:
"Hadis-i şerif,
köpek gibi hakkında pis olduğuna dair şer'î bir delil bulunmayan tüm
hayvanların vücutlarının temiz olduğuna ve sinek gibi akar kanı olmayan
canlıların, içine düştükleri sıvıları pisletmeyeceklerine delâlet etmektedir.
Ulemanın pek çoğunun
görüşü budur. Ancak İmam Şafiî'nin bu mev-zudaki iki görüşünden birine göre, bu
canlılar içine düştükleri az miktarda sulan pisletirler.
Yahya b. Ebû Kesîr'in
de akrebin içine düştüğü az suyu pislediğini söylediği rivayet edilmiştir. Ulemanın
büyük çoğunluğu ise aksi görüştedir.
Bazı kimseler, sineğin
bir kanadında zehir bir kanadında da şifa bulunmasını akıllarına siğd ıramı
yarak bu hadisi tenkid etmeye yeltenmişlerdir.
Oysa bunun
sayılamıyacak kadar örnekleri vardır. Her hayvanın vücudunda soğuk ve sıcak,
kuruluk ve yaşlılık gibi birbirine zıt unsurların bulunduğu herkesin
malumudur. Yüce Allah bu zıt unsurların arasını uzlaştırarak sahipleri için
faydalı bir kuvvet haline getirmiştir. Akıllı insana düşen; karnında bal
iğnesinde zehir taşıyan arıya bal ve petek yapmasını öğreten yüce Allah'ın,
sineğe kendisini zehirli kanadıyla savunmasını öğretebileceğim kabul ederek
hak ve hakikati inkâra yeltenmemek, hâdiselere ibret nazariyle bakmaktır.
Kulluğun ve imtihanın gereği de budur."[259]
3845... Enes
b. Mâlik (r.a)'den rivayet edildiğine göre;
Rasûlullah (s.a) yemek
yediği zaman parmaklarını üç defa yalar ve şöyle buyururdu:
"Biriniz lokması (yere)
düştüğü zaman (bulaşan toz, toprağı) ondan gidersin ve onu yesin. Şeytana
bırakmasın." Sonra bize yemek kabını silmeyi emrederek şöyle buyurdu:
"Şurası bir
gerçek ki, hiç biriniz yemeğinin neresinin kendisi için bereketli olduğunu
bilemez."[260]
Hadis-i şerifte, yemek
yerken şu üç şeye riayet edilmesi gerektiği ifade buyuruluyor:
1- Kişi
yemekten sonra parmaklarına bulaşan yemek artıklarını yalamah, bu artıkları
kendi hallerine bırakmamalıdır.
2- Yere
düşen lokmayı yerden alıp üzerine bulaşan tozları giderdikten sonra onu yemeli,
şeytana bırakmamalıdır.
3- Yemek
kabının dibinde kalan artıkları iyice silip yemelidir. Hadis-i şerifte bu
şekilde hareket etmemizi gerektiren hikmet ise, "Hiç
biriniz yemeğinin
neresinin kendisi için bereketli olduğunu bilemez" cümlesiyle
açıklanmaktadır.
Bu durumda yemek yiyen
kimsenin, yediği yemeğin parçalarından kalan kısımları, kırıntıları toplayıp
yemesi gerekir. Bu hem yemekteki manevi bereketi elde etmemizi sağlar, hem de
nimete şükür borcunun ödenmesine ve dolayısıyla nimetin ziyadeleşmesine vesile
olur.[261]
1. Zararlı
hayvanın zararından sakınmak için onları öldürmek caizdir.
2. Yemeğin
bereketini elde etmek için yemekten sonra kendileriyle yemek yenen parmaklan
yalamak müstehaptır. Zahirîlere göre farzdır.
3. Yemekten
sonra yemek kabında kalan artıkları orada bırakmayıp yemek ve yere düşen
lokmayı alıp tozunu silkerek yemek müstehaptır.
4. İnsanlar
gibi yiyip içen şeytanlar vardır.
5. Şeytanlar
insanlara daima musallat olmaya çalışırlar.[262]
3846... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlul-lah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Birinizin
hizmetçisi, dumanına ve sıcağına katlanarak kendi-sine'bir yemek hazırlayıp
getirecek olursa (yemeği kendisi ile birlikte) yemesi için onu yanına
.oturtsun. Şayet yemek az olursa eline bir yada iki lokma koyuversin.[263]
Bu hadis-ı şerifte,
bir insanın, kendisine bir takım güçlüklere katlanarak yemek hazırlayıp gelen hizmetçisini
yanına oturtup yemeği onunla beraber yemesi, yemeğin az olması halinde ise hiç
olmazsa yemekten birkaç lokmayı onun eline tutuşturuvermesinin müstehab olduğu
anlatılmaktadır.
Hadis-i şerifte,
yemeğin az olması halinde efendinin hizmetçisinin eline bir iki lokma
tutuşturuvermekle sorumluluktan kurtulacağı ifade edildiğinden, Hattâbî bu
hadisin; efendinin kendi yediğini aynen hizmetçisine yedirmesinin farz
olmadığına, fakat müstehab olduğuna delâlet ettiğini söylemiştir. Hattâbî'ye
göre, efendiye farz olan hizmetçinin karnını doyurmak ve avret mahallerini
örttürüp soğuk ve sıcaktan koruyacak şekilde giydirmektir. Kaliteli yemek
yedirmek ve kaliteli giydirmekle mükellef değildir.
İbn Münzir'in
açıklamasına göre, tüm İslâm uleması hizmetçiye bulunduğu çevrede herkesin
yediği yiyeceklerden yedirmenin farz olduğunu söylemişlerdir.[264]
3847... İbn
Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz
(yemeğini) yediği zaman elini yalamadıkça yahutta yalatmadıkça mendille
silmesin."[265]
3848...
(Abdurrahman b. Kâ'b b. Mâlik'in) babasından rivayet olunduğuna göre;
Rasûlullah (s.a),
(yemeğini) üç parmakla yermiş ve yalamadıkça elini silmezmiş.[266]
Bu babda geçen hadis-i
şerifler yemeği üç parmakla yemenin ve yemekten sonra elleri yıkamadan veya
mendile silmeden önce ele bulaşmış olan yemek kırıntılarını yalamanın Hz.
Peygamber'in âdet-i seniyyelerinden olduğu ifade buyurulmaktadır.
Hanefî ulemasından
Aliyyü'l-Kârî'nin açıklamasına göre;
"Bir veya iki
parmakla yemek kibir alâmetidir. Dört parmakla yemek ise yemeğe düşkünlük ve
hırs alametidir. Şeytan yemeğini iki parmağı ile yer. Bu bakımdan Rasûl-i Zişan
Efendimiz yemeklerini sürekli üç parmağıyla yermiş. Ancak mazeret hallerinde
veya üç parmağın yeterli olmadığı bazı yemekleri dört parmakla yemenin caiz
olduğunu göstermek için dört parmakla yediği de olmuştur.
Bu sebeple ulema
yemeği üç parmakla yemenin müstehab olduğunu, zaruret olmadıkça dördüncü ve
beşinci parmaklan kullanmaktan kaçınılması gerektiğini söylemişlerdir.[267]
Yemekten sonra
parmaklan yalamak ise 3845 numaralı hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi,
yemeğe saygı ile ilgili olduğu kadar yemeğin bereketinin neresinde olduğu yani
yenen kısımda mı, yoksa parmaklara bulaşan kısımlarda mı olduğunun
bilinememesiyle ilgilidir. Binaenaleyh yemeğin bereketi şayet parmağa bulaşan
kısımda ise onu yalamadan silen kimse bu yemeğin feyzinden mahrum kalacaktır.
Meselenin ehemmiyetine
binaen müslümanlar yemekten sonra parmaklarını yalamaya teşvik edilmiş ve bir
hadiste; "Yemekten sonra yemek kabını ve parmaklarını yalayan kimseyi
Allah dünyada da âhiretle de doyurur" buyurulmuştur.[268]
Ulema bu emre uymanın
müstehap olduğunu söylemiştir. Hadis-i şerifte geçen, "yahutta yalatmadıkça"
anlamındaki söz, insanın yemekten sonra elindeki bulaşığı koyun keçi gibi bir
hayvana yalattırmasının da caiz olacağına delâlet etmektedir.[269]
3849... Ebû
Ümame (r.a)'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Sofra (üzerinde bulunan yemekler
yenip kaplar) kaldırılınca, Rasûlullah (s.a);
"Çok samimi,
bereketli, (bizim kusurumuzdan dolayı da) yetersiz (olan), bırakılamayan ve
kendisine ihtiyaçtan kurtulmak mümkün olmayan hamd Allah'adır, (ey)
Allah(im)" diye dua edermiş.[270]
3850... Ebû
Saîd el-Hudrî'den rivayet olunduğuna göre; Peygamber (s.a) yemeğini bitirince
şöyle dua edermiş:
"Bizi doyuran,
bize içiren ve bizim müslümantardan olmamızı sağlayan Allah'a hamdolsun."[271]
3851... Ebû Eyyub
eî-Ensârî'den rivayet olunmuştur; dedi ki: Rasûlullah (s.a) (bir şey) yediği
veya içtiği zaman;
"Yediren, içiren
ve yedirip içirdiği şeyi kolaylıkla boğazdan geçirip hazmettiren ve artıkları
için bir çıkış yolu yaratmış olan Allah'a hamdolsım" diye dua ederdi.[272]
Hattâbî, metinde geçen
kelimesinin "Allah" kelimesinin sıfatı olduğunu kabul ederek:
"...yediren (fakat kendisi) yedırilmeyen"[273]
âyetinin ışığı altında bu kelimeye, "O Allah ki, herşeye yeter, yedirir, içirir,
fakat kimse ona yedirip içiremez ve yetemez" manasını vermiştir.
kelimesine ise, "Rabbin seni bırakmadı ve danlmadı"[274]
âyetinin ışığında, "O Allah ki, kendisinden istemek, elinde bulunan
nimetlere rağbet etmek asla terkedilemez." manası vermiştir.
Yine Hattâbî'ye göre
metinde geçen kelimesi "Her zaman kendisine müracaat edilen" anlamına
gelmektedir ki kastedilen yüce Allah'dır.
Ancak bazı sarihler bu
kelimelerin "el-hamdu" kelimesinin mef'ulu mut-lakı durumunda olan
mahzuf bir mastarın sıfatı olduğunu kabul etmişlerdir.[275]
Tercümemizde biz de bu görüşü esas aldık.
Bütün bu hadis-i
şerifler yemekten sonra Allah'ın vermiş olduğu dünyevî nimetlere ve uhrevî
nimetlerden olan iman nimetine şükretmenin ve bu nimetleri dile getirmenin
müstehap olduğuna delâlet etmektedir. Bu ise "El-hamdülillahillezi
et'amane ve sekâna ve caalenâ minel müslimîn" demekle
yerine gelmiş olur.
Bu konuda İsmail Lütfi
Çakan şöyle demektedir:
"Fesahat,
muktezây-i hale göre ifade-i meramda bulunmak, belagat ise kavuşulan nimete
göre teşekkürde bulunmak, dua etmek de Allah katında makbuliyet demektir. Yemek
bir nimettir. Doymuş olmanın değerini açlık çekene sormak gerekir. Yemeğin
boğazdan rahatlıkla geçmesi ve hazmedil-mesi en az yemek bulabilmek kadar hatta
ondan da büyük bir nimettir. Lokması boğazında kalmış bir insanın ızdırabmı
tasavvur etmek veya yediği yemeği hazmedemiyen bir sindirim sisteminin vereceği
elemi hayal etmek yapılacak en güzel duanın Hz. Peygamber'in yaptığı bu dualar
olduğunu anlamak için yeterlidir.
Bütün bunların
ötesinde boşaltım aygıtının bulunması ve normal olarak görev yapması
başlıbaşına fevkalâde bir nimettir. Yiyen, hazmeden ve fakat artıkları dışarı
atamayan bir vücudun elem ve ızdırabmı ifade edebilmek mümkün değildir.
Seçili ve kafiyeli,
uzun uzun ve müretteb sofra dualarında böylesine kısa ve fakat ihatalı,
gerçekten şükür ifade eden bir dua bulmak mümkün müdür?”[276]
3852... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Elinde yemek
artığı ve kokusu varken onu yıkamadan uyuyup da (uykusu esnasında) kendisine
zararlı bir böcek ilişen kimse, (başına gelenden dolayı) kendisinden başka
kimseyi suçlamasın."[277]
Gamar; yağ, kir ve et
kokusu anlamlarına gelen bir kelimedir. Türkçede yemek artığı ve yağları olarak
ifade edilir.
Yemek bulaşıklarından
hoşlanan bazı haşereler, yemek yeyip ellerini yıkamadan uyuyan bir kimsenin
uykuda bulunmasını fırsat bilerek üzerine çullanırlar ve elinde bulunan yemek bulaşıklarını
yemek isterler. Bu sırada onun vücudunu da ısırarak kendisini
zehirleyebilirler.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif; özellikle uykuya varacak kişilerin yemekten sonra
ellerindeki yemek artıklarını yıkamalarının diğer yemeklerden sonra el
yıkamaya nisbetle daha da büyük bir önem kazandığına dikkati çekmektedir.[278]
3853...
Câbir b. Abdullah'dan rivayet olunmuştur; dedi ki:
Ebu'i-Heysem b.
et-Teyyihân, Peygamber (s.a) için bir yemek hazırlamıştı. Peygamber (s.a) ile
sahâbîlerini (bu yemeğe) çağırdı. (Yemeği) bitirdikleri zaman (Hz. Peygamber
sahâbîlerine):
"Kardeşinizi (bu
ziyafetten dolayı) mükâfatlandırınız" buyurdu. (Sahâbîler):
Ey Allah'ın Rasûlü,
onu mükâfatlandırmak nasıl olur? dediler. (Hz. Peygamber de):
"Bir adamın evine
gidilir, yemeği yenir, içeceği içilir; sonra (yiyip içen kimseler) ona dua
ederlerse, işte bu onu mükâfatlandırmaktır" buyurdu.[279]
3854... Enes
(r.a)'den rivayet olduğuna göre;
Peygamber (s.a), Sa'd
b. Ubâde'ye (misafir olarak) gelmiş. (Sa'd da) kendisine ekmek ve zeytinyağı
ikram etmiş. Peygamber (s.a) (bunları) yedi(kten) sonra:
“Sizin yanınızda
oruçlular iftar ettiler. Yemeğinizi salih kimseler yedi ve melekler de sizin
için dua ettiler" buyurmuş.[280]
Bu hadis-i şerifler,
bir yemeğe davet edilen kimsenin yemekten sonra ev sahibine dua etmesinin
müstehab olduğunu, bu duanın ev sahibine büyük manevî mükâfat kazandıracağını;
müslümanlara ziyafet veren kimselere meleklerin de duacı olduğunu ifade
etmektedir.[281]
[1] Buharı, nikâh 71; Müslim, nikâh 96, 97,98; İbn Mâce,
nikâh 25; Dârimî, nikâh 23; Mu-vatta, nikâh 49; Ahmed b. Hanbel, II, 20, 22,
37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/363.
[2] Müslim, nikâh 98; İbn Mâce, nikâh 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/363-364.
[3] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/364.
[4] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/364.
[5] Müslim, nikâh 105, 106; İbn Mâce, sıyâm 47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/364.
[6] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/365.
[7] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/365.
[8] Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih, XI, 348.
[9] Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, VII,
308-309.
[10] Aynî, el-Binâye, IX, 202.
[11] Yeniçeri, C, el-İhtiyâr Tercümesi, 308.
[12] ÖN. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 302.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/365-367.
[13] Buharî, nikâh, 68, 69; Müslim, nikâh 90, 91; İbn Mâce,
nikâh 24; Ahmed b. Hanbel, III, 172, 227.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/367-368.
[14] Tirmizî, nikâh II; İbn Mâce, nikâh 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/368.
[15] el-İhtiyar li talilil Muhtar, IV-176.
[16] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/368-369.
[17] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/369-370.
[18] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/370.
[19] Dr. Ahmed eş-Şerbasî, Yes'elımeke, V, 101.
[20] Celâl Yeniçeri, el-İhtiyâr Tercümesi, 308.
[21] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/370-371.
[22] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/371.
[23] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/371.
[24] Buharı, edeb 31, 85, rikâk 23; Müslim, lükata 14, 15,
iman 74, 75, 77; Tirmizî, birr 43, kıyâme 50; İbn Mâce, edeb 5; Dârimî, et'ime
11; Muvatta, sıfâtü'n-nebî 22; Ahmed b. Hanbel, Fi, 174, 267, 269, 433, 463,
III, 76, IV, 31, V, 412, VI, 69, 384, 385.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/371-372.
[25] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/372-373.
[26] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/373.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/373-374.
[28] Ebû Dâvûd, edeb 16.
[29] el-Münavî Abdurrauf, Feyzü'l-Kadîr, IV, 260-261.
[30] Davudoğlu, A., Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VIII,
445.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/374-375.
[31] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/375.
[32] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/375-376.
[33] Ebû Dâvûd, lukâta,
1, hudûd 40; Tirmizî, buyu 54; Nesâî, kat'üssârik 12, ticârât 67.
[34] Avnü'l-Ma'bûd, X, 217.
[35] Davudoğlu, A., Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VIII,
446.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/376-377.
[36] Nisa, (5) 29.
[37] Nûr, (24) 61.
[38] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/378-379.
[39] Şu'ara, (26) 100-101.
[40] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/379-380.
[41] Mâide, (5) 5.
[42] Meylani Ahmed, Bidâyetü'l-Müctehid Tercümesi, I,670.
[43] En'am, (6) 121.
[44] En'am, (6) 118
[45] Buharı, şerîket 3, 6, zebâih 15; Müslim, edâhi 20.
[46] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/380-381.
[47] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/381.
[48] Bakara, (2) 188.
[49] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/382.
[50] İbn Mâce, et'ime 56.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/382-383.
[51] Hatipoğlu, H, Sünen-i İbn Mâce terceme ve Şerhi, IX,
112-113.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/383.
[52] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/384.
[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/384.
[54] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/385.
[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/385-386.
[56] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/386.
[57] Ö. N. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 226.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/386-388.
[58] Tirmizî, et'ime 40; Nesâî, tahâre 100; İbn Mâce,
et'ime 5; Ahmed b. Hanbel, I, 283, 359.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/388.
[59] Mâide, (5) 6.
[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/388-389.
[61] Concordance'da bu bâb'a numara verilmemiştir.
[62] Tirmizî, et'ime 39; Ahmed b. Hanbel, I, 441.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/389.
[63] Aliyyü'1-Kârî, Şerhu' Ayni'1-İlm ve Zeyni'1-Hilm, I,
273.
[64] A.g.e., 272.
[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/390.
[66] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/391.
[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/391.
[68] Buharı, et'ime 21, menâkıb 23; Müslim, eşribe 187,
188; Tirmizî, birr 84; Ahmed b. Hanbel, II, 467, 474, 479, 481, 495.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/391-392.
[69] Aliyyü'I-Kârî, Aynü'I-İIim, I, 272.
[70] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/392.
[71] İbn Mâce, et'ime 17.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/392-393.
[72] el-Münavî, Feyzu'l-Kadîr, I, 172; Ziyâüddin
el-Gümüşhanevî, Levâmiü'l-Ukûl, I, 122.
[73] Süyûtî, Câmiü's-Sağîr, II, 56.
[74] Nûr, (24) 61.
[75] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/393-394.
[76] Müslim, eşribe 103; İbn Mâce, dua 19; Ahmed b. Hanbel,
III, 346, 383.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/394-395.
[77] Aliyyü'1-Kârî, a.g.e., 277.
[78] Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 174.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/395-396.
[79] Müslim, eşribe 102; Ahmed b. Hanbel, V, 383, 398.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/396-397.
[80] Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
317.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/397.
[81] Tirmizî, et'ime47; İbn Mâce, et'ime 7; Dârimî, et'ime
1; Ahmed b. Hanbel, VI, 143 208, 246, 265.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/397-398.
[82] Nesâî, Amelü'I-Yevmi ve'l-Leyleti, s, 262, hadis no;
282.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/398-399.
[83] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/399.
[84] Buharı, et'ime 13; Tirmizî, et'ime 28; İbn Mâce,
et'ime 6; Dârimî, et'ime 31; Ahmed b. Hanbel, IV, 508, 309.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/399.
[85] Buharı, ahkâm 43; İbn Mâce, mukaddime 21; Ahmed b.
Hanbel, II, 125, 127.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/400.
[86] Müslim, eşribe 148; Ahmed b. Hanbel, III, I80.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/400.
[87] Allyyü'1-Kârî, Aynü'l-İlm ve Zeynü'1-Hilm, I, 275.
[88] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/400-401.
[89] Tirmizî, et'ime 12; Ibn Mâce, et'ime 12; Dârimî,
et'ime 16; Ahmed b. Hanbel, I, 270, 343, 345, 364, III, 490.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/401-402.
[90] İbn Mâce, et'ime 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/402.
[91] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/403.
[92] İbn Mâce, et'ime 62.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/403-404.
[93] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/404.
[94] ez-Zehebî, Mîzanü'l-İ'tidâl, I, 403.
[95] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/404-405.
[96] Müslim, eşribe 105-107; İbn Mâce, et'ime 8; Tirmizî,
et'ime 9; Muvatta, sıfâtü'n-nebî 5, 6;Dârimî, et'ime 9; Ahmed b. Hanbel, II, 8,
33, 80, 106, 128, 135, 325, 349, III, 202, 254, 293, 297, 322, 327, 334, 344,
357, 362, 387, IV, 45, 46, 50, 383, V, 311, VI, 77.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/405.
[97] Müslim, eşribe 107.
[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/405-406.
[99] Davudoğlu, A. Salih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
324.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/406.
[100] Buharı, nikâh 64, et'ime 2, 3; Müslim, eşribe 108,
109; Tirmizî, el'ime 47; Nesâî, nikâh 84; İbn Mâce, et'ime 11; Dâritnî, et'ime
1, 15; Muvatta, sıfâtün'n-nebî 32; Ahmed b. Hanbel, IV. 26, 27.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/406.
[101] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/407.
[102] A. Davudoğlu, A.g.e., IX, 324.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/407.
[103] Tirmizî, et'ime 32; Nesâî, sıyâm 43; Dârimî, et'ime
30; Ahmed b. Hanbel, III, 400, VI, 465.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/407-408.
[104] Buharı, vudû 50, ezan 43, cihâd 92, et'ime 20, 26, 58;
Müslim, hayz 92, 93; Tirmizî, et'ime 33; Dârimî, vudû 52; Ahmed b. Hanbel, I,
365, IV, 139, 179, V, 288.
[105] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/408.
[106] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/408.
[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/409.
[108] Asım Efendi, Kamus Tercümesi, II, 21.
[109] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/409.
[110] Buharı, enbiyâ 3, tefsir sûre (17) 5; Müslim, iman 327,
328; Tirmizî, et'ime 34, kıyâme 10; İbn Mâce, et'ime 28; Ahmed b. Hanbel, I,
397, II, 331, 345.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/409-410.
[111] Asım Koksal, İslâm Tarihi, VII, 200.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/410.
[112] Buharı, et'ime 36, 38, büyü 30; Müslim, eşribe 144,
145; Dârimî, et'ime 19; Tirmizî, et'ime 40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/410.
[113] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/410.
[114] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/411.
[115] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/411.
[116] Tirmizî, siyer 16; İbn Mâce, cihâd 26, Ahmed b.
Hanbel, V, 226.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/411-412.
[117] Mecelle, madde: 4.
[118] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/412.
[119] Ebû Dâvûd, cihad 47, et'ime 33, eşribe 14; Tirmizî,
et'ime 24; Nesâî, dahâyâ 43, 44; İbn Mâce, zebâih 11; Muvatta, edâhi 28; Ahmed
b. Hanbel, 1,219,226, 241,253,321, 339.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/412-413.
[120] Ebû Dâvûd, cihad 47, et'ime 33, eşribe 14; Tirmizî,
el'ime 24; Nesâî, dahâyâ 43, 44; İbn Mâce, zebâih 11; Muvatta, edâhi 28; Ahmed
b. Hanbel, I, 219, 226,241,253, 321, 339.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/413.
[121] Ebû Dâvûd, cihad 47, et'ime 33, eşribe 14; Tirmizî,
et'ime 24; Nesâî, dahâyâ 43, 44; İbn Mâce, zebâih 11; Muvatta, edâhi 28; Ahmed
b. Hanbel, 1,219,226,241,253,321, 339.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/413.
[122] Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 416.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/414-415.
[123] Buharı, zebâih 28, hums 20, megâzi 38, nikâh 31;
Müslim, nikâh 30-32, sayd 23-25, 27, 30, 31, 37; Tirmizî, nikâh 29, sayd 9, 11,
et'ime 6; Nesâî, nikâh 71, sayd 69-71, 81; İbn Mâce, zebâih 13, 14; Dârimî,
edâhi 21, 22, nikâh 16; Ahmed b. Hanbel, II, 21, 102, 143, 144, 219, IV, 48,
89, 90, 127, 193-195, 301, 355, 383.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/415.
[124] Müslim, sayd 36-38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/415.
[125] İbn Mâce, zebâih 14; Tirmizî, sayd 11; Ebu Dâvûd,
et'ime 32; Nesâî, sayd 69-71; Ah-med b. Hanbel, III, 323, 356, 362, IV, 89, 90.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/415-416.
[126] Nahl, (16) 8.
[127] Mâide, (5) 3.
[128] Nahl, (16) 5.
[129] Mü'minûn, (23) 22.
[130] Nahl, (16) 7.
[131] Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihâli, 418.
[132] Bilmen, A.g.e., 417.
[133] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/416-418.
[134] Buharı, hibe 5, zebâih 10, 32; Müslim, sayd 53;
Tirmizî, et'ime 2; Nesâî, sayd 25; İbn Mâce, sayd 17; Dârimî, sayd 7; Ahmed b.
Hanbel, III, 118, 171, 232, 291.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/419.
[135] Buharî, zebâih 36; Ebû Dâvûd, edâhi 14; Tirmizî,
eî'ime 2; Nesâî, siyam 84, sayd 25, dahâyâ 18; İbn Mâce, zebâih 5; sayd 7;
Ahmed b. Hanbel, I, 31, II, 336,346, III, 471.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/419-420.
[136] Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, VIII, 13.
(Birinci baskı)
[137] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/420.
[138] Buharı, hibe 7, et'ime 8, 16, megâzî 38, i'tisam 24;
Müslim, sayd 46; Nesâî, sayd 26, nikâh 79; Ahmed b. Hanbel, I, 225, 259, 366,
II, 329, 340, 347, IV, 4.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/420-421.
[139] Buharî, zebâih 32; Müslim, sayd 43; Nesâi, sayd 62;
İbn Mâce, sayd 16; Muvatta, İsti1 zân 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 89.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/421.
[140] Nesâî, sayd 62; İbn Mâce, sayd 16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/422.
[141] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/422.
[142] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, XII,
[143] el-Aynî, el-Binâye, IX, 73.
[144] Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 193.
[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/422-425.
[146] Tirmizî, et'ime 62.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/425.
[147] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/425.
[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/425-426.
[149] En'am, (6) 145.
[150] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/426.
[151] A'râf, (7) 158.
[152] el-Erbaîne
Hadîsen en-Nevevîyye, bişerhi
Abdilmecid eş-Şernubî el-Ezherî,
26.
[153] Elhamevî Gamzü Uyâni'l-besair 1/223.
[154] İbn Nüceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, 66.
[155] el-Aynî, el-Binâye fî Şerhi’l-Hidâye, IV, 708.
[156] Şevkânî, İrşâdü'l-Fuhûl, 284.
[157] İbn Mâce, sayd
9, et 'ime 31; Ahmed b. Hanbel, II, 97.
[158] Ö. N. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 416-417.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/426-429.
[159] En'am, (6) 145.
[160] Buharı, tefsir 99; Müslim, zekât 24; Tirmizî, libas 6;
İbn Mâce, et'ime 60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/429-430.
[161] Bakara, (2) 29.
[162] Câsiye, (45) 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/430.
[163] Aüyyü'1-Kârî, Mirkâtü'l-Mefâtih, IV, 385.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/430.
[164] Tirmizî, hacc 28, et'ime 4; Nesâî, menâsik 89, sayd
27; İbn Mâce, sayd 15; Ahmed b. Hanbel, III, 297, 318, 322, V, 195.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/431.
[165] Mâide, (5) 96.
[166] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/431-432.
[167] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/432.
[168] Buhari, zebaih 28, 29, tıbb 57; Müslim, sayd 11-15;
Tirmizi, sayd 9, 11, et’ime 7, siyer 11; Ebu Davud, et’ime 25; Nesai, büyu 79,
sayd 28, 30, 31, 33; İbn Mace, sayd 13; Darimi, edahi 18, Muvatta, sayd 13, 14;
Ahmed b. Hanbel, I, 244, 289, 302, 326, 327, 333, 339, 373, II, 236, 366, 418,
III, 323, IV, 89, 90, 131, 132, VI, 445.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/432.
[169] Müslim, sayd 15, 16; Tirmizi, sayd 9, 11; Nesai, sayd 86; İbn Mace, sayd 13; Darimi, edahi 18;
Ahmed b. Hanbel, I, 147, 244, 289, 302, 327, 332, 339, 373, III, 323, IV, 89,
90, 127.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/433.
[170] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/433.
[171] Müslim, sayd 15, 16; Tirmizi, sayd 9, II; Nesâî, sayd
86; İbn Mâce, sayd 13; Dârimî, edâhi 18; Ahmed b. Hanbel, I, 137, 244, 289,
302, 327, 332, 339, 373, III, 323, IV, 89, 90, 127.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/433-434.
[172] Nesâi, sayd 86; İbn Mâce, zebâih 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/434.
[173] Ebû Dâvûd, büyü 62; Tirmizî, büyü 49; İbn Mâce, ticârât
9, sayd 20; Ahmed b. Hanbel, III, 297, 317, 339, 349, 353, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/435.
[174] el-Cezerî, Kitabü'l-Fıklı ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, II,
1.
[175] Cezerî, A.g.e, II, 2.
[176] Cezerî, A.g.e, II, 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/435-436.
[177] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/437.
[178] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/437-438.
[179] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/438-439.
[180] Nesaî, dahâya 43, 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/439.
[181] Koçkuzu A. Osman, Hadiste Nâsih ve Mensûh, 327.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/439-440.
[182] Buharî, zebâih 13; Müslim, sayd 52; Tirmizî, et'ime
22; Nesâî, sayd 37; Dârimî, s 5; Ahmed b. Hanbel, IV, 353, 357, 380.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/440.
[183] İbn Mâce, sayd 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/441.
[184] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/441-442.
[185] Kamer, (54) 7.
[186] Aynî, Umdefü'1-Kârî, XXI, 109.
[187] Müddessir, (74) 31.
[188] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/442-443.
[189] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/443-444.
[190] Bilmen ö. Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, 418.
[191] Mâide, (5) 96.
[192] İbn Mâce, sayd 9, el'ime 31; Muvatta, sıfatü'n-nebî
30; Ahmed b. Hanbel, II, 97.
[193] el-Aynî, el-Binâye, IX, 98-99.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/444-445.
[194] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/445-446.
[195] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/446-447.
[196] Bakara, (2) 173.
[197] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/447-449.
[198] İbn Mâce, et'ime 47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/450.
[199] Alâuddin Âbidin, el-Hediyyetü'1-Alâiyye, 216.
[200] A'raf, (7) 32.
[201] Aliyyü'I-Kârî, Şerhu Ayni'l-İlim ve Zeyni'l-Hilim, I,
281.
[202] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/450-452.
[203] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/452.
[204] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/452.
[205] Müslim, eşribe 164-169; Ebû Dâvûd, eşribe 10; Tirmizî,
et'ime 35; Nesâî, eymân 21, eşribe 33; İbn Mâce, et'ime 33; Dârimî, et'ime 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/452-453.
[206] Müslim, eşribe 164-169; Ebû Dâvûd, eşribe 10; Tirmizî,
et'ime 35; Nesâf, eymân 21, eşribe 33; İbn Mâce, et'ime 33; Dârimî, et'ime 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/453.
[207] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/453.
[208] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/453-454.
[209] Buharı, ezan 160, et'ime 49, i'tisam 64; Müslim,
mesâcid 73; Tirmizî, et'ime 13; Nesâî, mesâcid 16, 17; Ahmed b. Hanbel, III,
65, 85, 374, 387, 400, IV, 194.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/454-455.
[210] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/455.
[211] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/455.
[212] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/456.
[213] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/456.
[214] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/457.
[215] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/457.
[216] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/457-458.
[217] Müslim, mesâcid 74.
[218] Müslim, mesâcid 76.
[219] Ahmed Naim, Tecridi Sarih, II, 751.
[220] Müslim, mesâcid 72.
[221] el-Müttakî, Kenzu'l-Ummâl, XV, 270. Hadis No: 40928.
[222] Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih, II, 751-752 (Hadis no: 472).
[223] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/458-460.
[224] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/460.
[225] Ebû Dâvûd, eymân 8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/460.
[226] Müslim, eşribe 153; Tirmizî, et'ime 17; îbn Mâce,
et'ime 38; Dârimî, et'ime 26; Ahmed b. Hanbel, VI, 179.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/460-461.
[227] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/461.
[228] İbn Mâce, et'ime 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/461-462.
[229] İbn Mâce, et'ime 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/462.
[230] A'raf, (7) 157.
[231] Heysemî, Mecmau'Zevâid, V, 4.
[232] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/462-463.
[233] Buharı, et'ime 44, mezâlim 14; Müsüm, eşribe 15; Ahmed
b. Hanbel, II, 7,44, 46, 81.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/463.
[234] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/463-464.
[235] Buharı, et'ime 39, 45, 47; Müslim, eşribe 148;
Tirmizî, et'ime 37; İbn Mâce, et'imt 37; Dârimî, et'ime 24; Ahmed b. Hanbel, I,
203.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/464.
[236] Tirmizî, et'ime 36; İbn Mâce, et'ime 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/464-465.
[237] İbn Mâce, et'ime 43; Ahmed b. Hanbel, I, 374.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/465.
[238] Ahmed b. Hanbel, III, 142, 143.
[239] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/465.
[240] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/466.
[241] Buharî, zebâih 4, 10, 14; Müslim, sayd 8; Ebû Dâvûd,
edâhi 23; Tirmizî, sayd 1, et'ime 7, siyer 11; İbn Mâce, sayd 3; Dârimî, siyer
55; Ahmed b. Hanbel, II, 184, 193, 194, 195.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/466-467.
[242] Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 157.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/467-468.
[243] Buharı, zebâih 12, meğazî 65; Müslim, sayd 17; Nesâî,
sayd 35; Ahmed b. Hanbel, II, 309, 311.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/468-469.
[244] Koksal M.A., İslâm Tarihi, VIII, 121-123.
[245] Mecelle, md: 22.
[246] Müslim, sayd 20.
[247] Müslim, sayd 21.
[248] Müslim, sayd 18.
[249] Davudoğlu, A, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
168.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/469-470.
[250] Davudoğlu, A, A.g.e., IX, 170.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/470-471.
[251] Buharî, zebâih 34, vudu 67; Tirmizî, et'ime 8; Nesâî,
fer' 10; Dârimî, vudû 60; Muvatta, isti'zan 60; Ahmed b. Hanbel, II, 233, 265,
490, VI, 329, 330, 335.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/471.
[252] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/471-472.
[253] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/472.
[254] el-Mübarekfurî, Tuhfetü'l-Ahvezî, V, 516.
[255] Nimet-i İslâm, 132-133.
[256] Mecelle, mad. 11.
[257] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/472-473.
[258] Buharı, bedü'1-halk 17, tıbb 58; Nesâî, fer' II; İbn
Mâce, tıbb 31; Dârimî, et'ime 12; Ahmed b. Hanbel, II, 229, 246, 263, 340, 355,
388, 398, 443, III, 24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/474.
[259] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/474-475.
[260] Müslim, esribe 136, 137; Tirmizî, et'ime II; Ahmed b.
Hanbel, III, 177, 290.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/475.
[261] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/475-476.
[262] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/476.
[263] Buharı et'ime 55; Müslim, eymân 42; Tirmizî, et'ime
19, 44;1 Dârimî, et'ime 33; Ahmed b. Hanbel, I, 288, 442, II, 277, 283, 299,
316.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/476-477.
[264] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/477.
[265] Buharî, et'ime 52; Müslim, eşribe 134, 137; Tirmizî,
et'ime 10; İbn Mâce, et'ime 9; Dârimî, et'ime 5, 6, 10; Ahmed b. Hanbel, I,
221, 293, 346, 370, II, 341, 415, III, 301, 331, 337, 366, 394, VI, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/477.
[266] Müslim, eşribe 131; Ahmed b. Hanbel, II, 7, 111, 177.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/477-478.
[267] AIiyyül-Kârî, Şerhu Ayni'l-İlm ve Zeyni'l-Hilm, I,
278.
[268] AIiyyü'I-Kârî, A.g.c, 279.
[269] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/478.
[270] Buharî, et'ime 54; Tirmizî, da'vât 55; İbn Mâce,
et'ime 16; Dârimî, et'ime 3; Ahmed b. Hanbel, V, 252, 256, 261, 267.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/479.
[271] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/479.
[272] Tirmizî, da'avât 55.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/480.
[273] En'am, (6) 14.
[274] Duha, (93) 3.
[275] Muhammet b. Allan, el-Fatûhâtu'r-Rabbâniyye, V, 223.
[276] Çakan, İsmail Lütfü, Eyüb Sultan Hazretlerinden Kırk
Hadis, 173.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/480-481.
[277] Tirmizî, et'ime 48; İbn Mâce, et'ime 22; Dârimî,
et'ime 27; Ahmed b. Hanbel, II, 263, 344, 527.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/481.
[278] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/481-482.
[279] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/482.
[280] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/483.
[281] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
13/483.